Bu yazıda vegan beslenme ile ilgili konulara girmeden en önemli toplumsal meselemiz olan barış ile sağlıklı beslenme arasındaki bazı ilişkilere dikkat çekmek istedim.
Hayvanları yaşam hakkı olan bir canlı olarak değil de işlenecek bir mal-nesne olarak gören ve beslenme ihtiyacımız ile bağı kopmuş gıda üretim sistemlerinin insan ile hayvan arasındaki binlerce yıldır süregelen refakat ilişkisini nasıl tarumar ettiğini de bir mesele olarak görmeli elbette.
Bitkiler hayvanlarla bir ortak yaşam ilişkisi kurmuştur. Baharda meraya çıkarılması sadece sağlıkları için değil hayvanların saçacağı gübreler vasıtasıyla meraların sağlığının korunması için de gereklidir. Yaşadığımız coğrafyanın ekolojik şartlarına göre tarım yapmak, insanların sağlıklı gıdalara erişimini de kolaylaştıracaktır. Ancak sağlıklı gıda maddeleri üretmek sadece ekolojik ve teknik bir yöntem meselesi olmanın ötesinde toplumsal barış ile de ilgilidir.
Çocuklarda hormonal sağlığı tehdit eden kimyasallar, yetersiz beslenme, toprak ve su gibi hayatın teminatı olan ortamlardaki toksik madde kirliliği veya yıldan yıla ülkemiz çocuklarında çığ gibi büyüyen obezite sorunu gibi bir toplumun geleceğini ilgilendiren hayati meselelerin görünür kılınması ve tartışılabilmesi toplumsal çatışmalarını en azından asgariye indirebilmiş bir toplumda mümkün ancak.
Ülkemizde bu konularda en küçük bir ses seda çıkmıyor. Bu meseleleri dert edinen az sayıda insanın da başı devletle dertte zaten.
Bu söylediklerim bir genelleme ve doğruluğu tartışılabilir elbette. Ama daha emin olduğum şey şu: Devletin yurttaşlarına şiddet uygulamakta hiç zorlanmadığı, yasaların bu konuda herhangi bir sınırlama oluşturmak şöyle dursun genellikle yapılan şiddetin üzerini örtmekte kullanıldığı, faillerin korunduğu, mağdurların suçlandığı bir ülkede insanların sağlıklı beslenmesini teminat altına alacak gıda güvenliği çalışmalarının iyi yapıldığından söz etmek mümkün değildir.
Hukuk dışına kolayca kaçabilen, sınırlanamayan, hesap sorulamayan bir kamu idaresi, kamu sağlığını da koruyamaz. Aksine, kamu sağlığı için ya da çok daha daraltılmış bir açıdan konuşmak gerekirse gıda güvenliği için birincil tehdit olarak görülmelidir. Bir örnek olay üzerinden söylediklerime açıklık getirmek istiyorum.
Antibiyotik kalıntısı içeren tavuk etlerine ne oldu?
Geçen ay Rusya’ya ihraç edilen tavuk etleri antibiyotik kalıntısı içerdiği için ülkemize iade edilmişti.
Konu TBMM gündemine taşınarak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na antibiyotikli etlerin iç pazara sürülüp sürülmediği soruldu.
Geçmişte pestisitler, ağır metaller, poliaromatik bileşikler ve antibiyotikler gibi gıdalarda ve sularda bulunması muhtemel çeşitli toksik etkili kimyasal madde kalıntıları hakkında da çeşitli soru önergeleri verilmişti. Tıpkı onlarda olduğu gibi bu önergeye de ilgili kamu kurumundan tatminkâr bir yanıt gelmeyecek. Çoğu kez olduğu gibi belki bir yanıt bile gelmeyecek. Gıdalardaki toksik madde kalıntıları gibi insan (özellikle de çocuk) sağlığını ilgilendiren böyle kritik bir konuda devletin sorumlu kurumlarından doğruluğundan emin olabileceğimiz bir yanıt alabilmek olanaksız. Bazen tek bir olayı ele alıp bağlantılı olduğu diğer meseleleri görünür kılmak nasıl bir hayatın içinde olduğumuza ışık tutabilir; bu bağlamda etlerdeki antibiyotik kalıntılarına biraz yakından bakalım.
Hayvancılıkta antibiyotik kullanımı
Dünyada üretilen antibiyotiklerin yarısından çoğu hayvan yetiştiriciliğinde kullanılıyor.
Antibiyotikler kitlesel ya da endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinde hayvanların kesime kadar hayatta kalmalarını garanti altına almak ve az yem ile çok kilo almalarını sağlamak için kullanılıyor.
Bir sığırın pazarda satılabilir ağırlığa gelmesi için yemesi gereken yem miktarını, yemin içine antibiyotik katarak yüzde 17 oranında azaltmak mümkün.
Kullanılan antibiyotikler hayvanların et, süt ve yumurta gibi ürünlerinde kalıntı bırakıyor. Bu ürünleri yediğimizde antibiyotikleri de bünyemize almış oluyoruz.
Dünya Sağlık Örgütü gereksiz antibiyotik kullanımının hastalık yapıcı bazı bakterileri antibiyotiklere dirençli kıldığını ve insanlarda ölümcül enfeksiyonlara yol açan bu bakterilerle mücadele etmek için elimizde etkili bir ilaç kalmadığını belirtiyor. Tedavi edilemeyen enfeksiyon hastalıkları meselenin sadece bir kısmı, neden-sonuç ilişkilerini dallandırıp budaklandırdığımızda ortaya başka meseleler çıkıyor.
Bitkiler ve hayvanlar
Bir coğrafi bölgenin iklimi ile bitki örtüsü o bölgede yapılabilecek hayvancılık şekli üzerinde en belirleyici öğe. Anadolu coğrafyası bozkırdır.1
Bozkırda yetişen bitkiler büyükbaş hayvancılığa değil koyun yetiştiriciliğine uygundur. Zira bozkırda yetişen otlar kısa boylu ve bu nedenle de koyunun diş yapısına daha uygun.
Koyunlar kış aylarında hayvan barınaklarında kuru ve kaba yemlerle beslendikleri dönemler dışında meralarda güdülebilir. Ülkemizde yüzyıllardır yetiştirilen sığır çeşitleri de az otla idare edebilen, kanaatkâr hayvanlar. Hayvan yetiştiriciliğinde kullanılan ilaçların büyük bir çoğunluğu çok sayıda hayvanın bir arada tutularak, yemle beslendiği toplu besicilikte kullanılmakta.
Açık arazide, serbestçe otlayan hayvanlarda hem bağışıklık daha kuvvetli ve hem de hastalıkların yayılması daha zor olduğu için ilaç kullanımı düşük.
Bütün bunlar yıllardır bilinmesine rağmen özellikle son 25-30 yıl içinde ülkemizi GDO’lu soya ve mısır gibi yemde kullanılan maddelerde dışa bağımlı kılan, ithal “kültür ırkı” büyükbaş hayvanlardan oluşan besicilik yaygınlaştırıldı.
Bu yıkıcı dönüşümün pek çok nedeni var. Ama kanımca en önemli iki nedeni şunlar: Devletin koyun gibi gezdirilip otlatılma ihtiyacı duyulmayan, yerele sabitlenmiş büyükbaş hayvan yetiştiriciliğini –ve onlarla birlikte insanları- kontrol etmesinin daha kolay olması ve bu dönüşümün küçük çiftçilerin tarımda kendine yeterliliğini ortadan kaldıran neoliberal politikalarla uyum içinde olması. Bu dönüşümde çatışma ve şiddetin baskın bir rolü var. Buna çok geriye gitmeden, şu sıralar gözümüzün önünde gerçekleşen bir olayı anarak yakından bakmak gerekli.
Doğuda bir köy
Birkaç yıl önce bir kırsal kalkınma programı çalışmasını yerinde görmek için doğuda bir köy ziyaretine gitmiştim. Hayvancılık, çoğunlukla da koyun yetiştiriciliği ve balcılık yapılan bir köydü. Yaklaşık 500 nüfuslu bu köy Kürt sorununa şimdi olduğu gibi şiddet kullanılarak çözüm arandığı 1990’lı yıllarda güvenlik güçleri tarafından zorla boşaltılan binlerce köyden biriydi.
O yıllarda 3 milyona yakın insan göç ettirildi. Çeşitli kentlere göçmek zorunda kalan insanların çoğu aradan 10-15 yıl geçtikten sonra tekrar köylerine dönmüşlerdi. Tıpkı ziyaret ettiğim köy gibi. Geride oturulabilir durumda bir ev ve güdebilecekleri koyunları kalmamıştı. Bu zorluklara rağmen elde edilen çeşitli desteklerle 10 yıl gibi bir zaman diliminde köyde 1500-2000 civarında koyun içeren bir sürü oluşturabilmiş ve balcılık da yeniden canlandırılmıştı. Ancak bütün bu hayata tutunma, geçinme çabaları son 2 yıl içinde yeniden tarumar edildi. Son serbest seçim olan 7 Haziran 2015 seçimlerini AKP’nin kaybetmesi üzerine yeniden alevlendirilen çatışmalar, tutuklamalar, baskılar ve yaylalara çıkışın yasaklanması gibi uygulamalarla iyiye giden her şey tersine döndü. Hayvanları serbestçe otlatmak olanaksız kılındığı ve yemle beslemeye de ekonomik güçleri yetmediği için köylüler geçtiğimiz 2 yıl içinde koyunlarının tamamı satmak zorunda kaldılar.
Ülkemizde 1980 yılında 48 milyon olan koyun sayısı 2016 yılına geldiğimizde 23 milyona düştü. Bu sayısal azalma Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çatışma ve şiddet nedeniyle çok daha sert bir şekilde yaşanmış ve koyun varlığı 1991-2010 yılları arasında yarı yarıya azalarak 19 milyondan 11 milyona düşmüştür.2
Giden koyunların yerine ne geldi? Biraz da ona değinelim.
Dışa Bağımlılık, antibiyotikli ve GDO’lu yiyecekler
Ülkemizdeki büyükbaş hayvanların çoğunluğunu oluşturan sığırların sayısı geçtiğimiz 30-40 yıl içinde fazla değişmedi. Ancak büyükbaş hayvanların kompozisyonu değişti.
Anadolu coğrafyasının bitki örtüsüne uyum sağlamış, kanaatkâr “Yerli Kara”, “Doğu Anadolu Kırmızısı” gibi çeşitlere mensup sığırların sayısında muazzam bir düşüş olurken Avrupa’dan ithal edilen sığır çeşitlerinin sayısı olağanüstü arttı.
2016 yılı itibariyle ülkemizde mevcut 14 milyon sığırın yüzde 80’i ithal edilmiş “kültür ırkı” olarak nitelenen hayvanlardan oluşuyor. Oysa Avrupa coğrafyasındaki uzun otlarla beslenmeye elverişli diş yapısına sahip, ülkemiz meralarındaki kısa otları yiyemeyen bu hayvanlardan yüksek miktarda et ve süt alabilmek kapalı ağıllarda mısır ve soya içeren yemlerle besleme ile mümkün.
Hayvan besiciliğinde maliyetin yüzde 60-70'ini yem oluşturuyor. Yem için gerekli hammadde GDO’lu mısır ve soya ithali yoluyla temin ediliyor. 2009-2013 yılları arasında soya ve mısır ithalatına 14,6 milyar dolar ödendi. Tahılla besleme hayvanların beslenme alışkanlıklarına aykırı ve hayvanlarda bazen cerrahi müdahale gerektiren çeşitli sağlık sorunlarına yol açıyor. Bu sorunlarla baş edebilmek için de bolca antibiyotik (ve pek çok başka ilaç) kullanılıyor. Kullanılan ilaçlar gıdalarda kalıntı bırakıyor. Zamanla antibiyotiklere dirençli mikroplar gelişiyor.
Kalıntılı gıda ürünlerini tüketmek en çok çocukların sağlığına zarar veriyor. Antibiyotiklere sürekli maruz kalmak çocukların bağırsaklarındaki besinlerin etkili bir şekilde sindirimi, toksik etkili kimyasal maddelerin elimine edilmesi ve çeşitli vitaminlerin oluşumu gibi sağlıklı bir hayat için son derece önemli pek çok işlevi yerine getiren mikrobiyal ekosistemi altüst ediyor.
Birbirine bağlı bu meseleler konuşulamıyor; devlet ricalinden hesap sorulamıyor. Bütün bu üretim-tüketim sürecinin sağlıklı işlemesinden sorumlu kamu kurumları görevlerini layıkıyla yapmıyor. Gıdalardaki toksik kimyasal kalıntıları ile ilgili örneğin GDO’lu ürünlerin üretiminde çok kullanılan ticari adı Roundup olan glifosat isimli ot öldürücü tarım kimyasalı için verilen soru önergelerinde olduğu gibi.
Gıdalarda ya da sularda glifosat kalıntılarının bulunup bulunmadığını ve bu konuda ne gibi sağlık önlemleri alındığına dair mecliste verilen soru önergelerine gelen yanıtların sorulan sorularla zerre kadar ilgisi bile olmuyor. Zira ülkemizde devlet kamu adına konuşur ama kamuya konuşmaz.
Güneydoğu’da koyun besiciliği yapmaya uygun binlerce köyde koyunların elden çıkarılmasına yol açan şiddet ile büyükbaş hayvanların etindeki antibiyotik kalıntılarının –ve çocuk sağlığının- birbiri ile ilgili olabileceği ise ya akla ya da dile gelmez.
Sağlıklı beslenme toplumsal barıştan neşet eder
Yeterli gıda temini ve gıda güvenliğinin sağlanması bir toplumun teknik imkânlarını artırarak çözebileceği bir sorun değil. Toplumsal barışın ve adaletin sağlanamadığı bir toplumda beslenme veya gıda güvenliği ile ilgili sorunları çözmek olanaksız. Barış ve adalet sağlanamadığı sürece de bir gün Rusya’dan antibiyotik kalıntısı içerdiği için ülkemize iade edilen tavuk etleri, bir başka gün meyve veya sebzelerdeki tarım zehri kalıntıları konuşulur.
Meseleler arasındaki bağlantılar görünmez kılınmıştır. Devlet kurumlarının iyi denetim veya kontrol yapması talep edilir. Sonra her şey unutulur. Kötülüğün dönüp dolaşıp kendine en kolay devlet katında vücut bulduğu bir ülkede; barış içinde yaşayabilen bir toplum hayal etmek, bu hayali mümkün kılmak için çabalamak, yıkıma doğru giden bir toplumda yapılabilecek en anlamlı şeylerden biri. İşte bunu unutmamalı.
Bazı sorular
Toplumsal çatışmalarını çözmüş bir toplum olabilseydik hangi sorunları konuşuyor olurduk? Ya da çözemediğimiz için hayati önem taşıyan hangi sorunlar bir türlü görüş alanımıza girmiyor?
İnsan hakları mücadeleleri neden sadece işkence ve kötü muamele ile sınırlı kalmıştır ülkemizde?
İnsan hakları için verilen mücadelelerin çocuk sağlığı ve sağlıklı beslenme için verilen mücadeleleri kapsamasını sağlamak, toplumun geniş kesimlerini hak mücadelesi süreçlerine dâhil eder mi?
Bu sorular yanıtları üzerinde birlikte düşünmeyi gerektiriyor. (BŞ/HK)
1 Anadolu coğrafyası bozkır haritası MEB Temel Eğitim Programı, İlköğretim 5. sınıf Sosyal Bilgiler, Folyo no. 10 11 12’den alınmıştır.
2 Küçükbaş hayvan sayılarında 2010 yılından sonra gözlenen artışın doğru olmadığını, TUİK’in bu konuda güvenilir istatistikler sunmadığını ve gerçek rakamın daha az olduğunu düşünüyorum.
Bu yazı ilk kez 30 Aralık 2017 tarihli Cumhuriyet Akademi ekinde yayınlanmıştır.