1986 yılında, 3 bin 500 işçinin çalıştığı NETAŞ işyerinde yapılan ve 3 ay süren grevin Türkiye işçi sınıfı tarihinde özel bir yeri vardır. İşçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldıran, öncü işçileri yıllarca hapiste tutan 12 Eylül karanlığında başarıyla sonuçlanan ilk büyük grevdir.
Yıllar sonra grev, "Karanlıklar içinden güneşle gelen grev", "Buzları kıran grev" olarak hatırlanacaktır. Grevi örgütleyen sendikanın yöneticilerinden Nazım Alpman, "Emeğin Şövalyeleri" kitabında NETAŞ grevinin öyküsünü ayrıntılarıyla anlatıyor.
Toplu iş sözleşmesi bağıtlanmış ve işçiler yeni haklar elde etmiştir ama iktidar, işveren ve MESS bunun bedelini işçilere ağır bir şekilde ödetmekte kararlıdır. İşbaşı yapıldıktan sonra kısa süre içinde, greve öncülük edenler başta olmak üzere bin 600 işçinin işine son verilir.
Amaç, direnenleri yok etmek, sendikalı üye sayısını düşürerek sendikanın yasal toplu sözleşme yetkisini ortadan kaldırmaktır.
Grev sonrası "Beyaz yakalılar" ve Recep
Mücadele sürüyordu. İşverenin sendikasızlaştırma girişimini boşa çıkarmak gerekiyordu. İşyerindeki 500 mühendis ve 500 teknisyen ve büro çalışanı "kapsam dışı" kabul edilerek sendikaya üye olmamıştı.
Oysa bu konuda yasal bir engel yoktu ve bunların üye olmasıyla sendika yeniden çoğunluğu elde edecekti. "Her örgütlenmede olduğu gibi bu kesim içinden öncülere, lidere ihtiyaç vardı" diyen deneyimli sendikacı Selim Mahmutoğlu, bu süreçte Elektrik Mühendisi Recep Aktaş'ın katkılarını ve yaşadıklarını özetle şöyle anlatıyor.
"Aranan kan bulunmuştu. İkili ilişkileri, insan ilişkileri çok güçlü olan Recep Aktaş, mühendis ve teknik elemanların sendika üyesi olmaları için başlatılan çalışmanın öncülüğünü yaptı. Aktaş, aynı zamanda müthiş bir örgütçüymüş, kapsam dışı personelin önemli bir bölümünü sendika üyesi yapmada, aynı zamanda işverenin oyununu bozmada hiç zorlanmadı.
"Bu arada işçiler de işverenin tensikat politikasını çeşitli eylemlerle protesto ediyorlardı. İşyerini 30 saat terk etmeme eylemleri polis marifetiyle dağıtılırken işveren bu kez 9 işyeri temsilcisi işten attı. Ardından mühendis ve teknik eleman örgütlenmesinin öncüsü olarak gördüğü Recep Aktaş'ı tazminatsız, iki mühendisi de tazminatlarını ödeyerek işten çıkardı.
"Haklı olarak hep gurur duydu"
"Recep Aktaş, sendikal mücadele tarihine 'işten atılan ilk müdür' olarak geçti. Recep Aktaş işvereni dava edip tazminatını aldı. Ancak işverenlerin gaddar 'Kara Liste'sine de girmişti bir kere. Uzun süre iş bulamadı. Kendi işini yapmaya kalkıştı orada da iş yapmasına fırsat vermediler, hep çomak soktular.
"Şahidiyim, Recep Aktaş Netaş'taki eylemlerinden, işten atılmasından, işsiz kalmasından hiç şikâyetçi olmadı, pişman olmadı. Tam tersine çok kısa süren yaşamında yaptıklarından haklı olarak hep gurur duydu."
Recep Anti-Poros'ta
Recep Aktaş ODTÜ'deki öğrenciliğinde, 70'ler Ankara'sının siyasal yaşamında hareketli, etkili, alçak gönüllü, becerikli kişiliği ile tanınıyordu.
Halk oyunları ekiplerinde aranan bir elemandı. Elinden her iş gelirdi.
Her sazı çalar, her türküyü söyler, her yörenin oyununu oynardı. İşçi Kültür Korosunun vazgeçilmez üyesiydi. Yaşam doluydu.
NETAŞ grevi arifesinde, 1986 yazında Yunanistan'ın uzak bir adasında, Anti-Paros'ta yaşadığı bir gece, sanırım onun bu insani yönünü çok iyi yansıtıyor. Recep o geceyi şöyle anlatmıştı:
"13 yıl sonra ilk kez alabildiğim pasaportla Yunanistan'a gitmiştim. Büyük Paros adasının karşısındaki Anti-Paros adlı küçük balıkçı adasında bir akşam, başka zamanlarda önemsemediğimiz bir restoranın önünden geçerken orada özel bir kutlama olduğunu fark ettik.
"Birlikte olduğum gruba burada yemeyi önerdim, zevkle kabul ettiler. Ama kapıdaki delikanlı 'no tourist' haykırışlarıyla bizi içeri almadı.
"Ben inatla 'turist' değil 'komşu' olduğumu vurguladıysam da olmadı. Batı ülkelerinden gelmiş olan diğer arkadaşlar hemen pes edip gidelim diyerek ayrıldılar, ben adamla itişme bahasına direndim.
"Noruyon?"
"Tam o sırada gürültümüz içerden duyulmuş olacak ki yaşlı bir kadın, delikanlıya Rumca bir şeyler sordu. O da beni göstererek epeyi bir söylendi.
"Kadın bir şey demeden sert bir el hareketiyle beni içeriye almasını işaret etti. İçeride beni, bizim köy filmlerinde 'kötü muhtar ya da ağanın' tek başına ama en önde oturduğu biçimde bir masaya yerleştirdiler. Kapıdaki aynı adam önüme donmuş köfteler ve çok kötü bir şarap koydu. İnatla direndim ve oturmaya devam ettim.
"Yaşlı kadın bir ara yanımdan geçerken bir şey söyledi ve hızla uzaklaştı ama söylediğini anlayamadım. Daha sonra yine geçti, bu kez 'Noruyon?' (Kayseri şivesiyle 'Ne yapıyorsun?') demiş gibi geldi ama saçmaladığımı düşündüm. Daha sonra yine geçerken aynı soruyu tekrarlayınca ben de ona 'İyiyim, sen noruyor?' diye sordum. Kadın bir şey anlamadı ve gitti.
"Aradan zaman geçti bu kez yanında bir kızla (adanın İngilizce öğretmeniymiş) geldi, kıza konuşma fırsatı bırakmadan sürekli 'Kayzeriya' deyip duruyordu.
"Ben de Kayserili olduğumu söyledim. Yaşlı kadın annesinin mezarının orada olduğunu, kendisinin daha küçük bir çocukken (mübadele ile olsa gerek) buraya geldiğini, adanın marangozu ile evlendiğini anlattı.
"Bu arada sözlerini çeviren kızı azarlayıp sözünü keserek belki on kere 'Anam türkü çığırırdı' diye tekrarladı. Bazı Türkçe kalıpların yıllar sonra aklına parça parça geldiğini ve usanmadan yinelediğini fark ettim.
Gesi Bağları ve İzmir'in Kavakları
"Ben 'Hangi türkü?' dedikçe ve genç kadın çevirdikçe boş boş bakıyordu. Bu arada kötü şarabı hızla içmenin etkisiyle ben de biraz rahatlamıştım.
"Birden 'Gesi Bağları' türküsünü okumaya başladım. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu, başına doluştular, bana kötü kötü bakmaya başladılar... Ve kadını yanımdan götürdüler...
"Meğer o günkü kutlama kadının torunlarının vaftiz töreniymiş, kadın ailenin en büyüğü olarak törenin ev sahibiymiş, ben de gidip onu ağlatmışım. Ve tabii törenin 'içine etmişim'... Biraz sonra kadın sakinleşmiş olarak yeniden yanıma geldi. Bu kez hatırlamaya başladığı Türkçe sözlerle 'Paran var mı?', 'Nerede kalırsın?' gibi tipik anaç sorulara boğdu beni...
"Artık önümde zengin bir çilingir sofrası ve şarabın en iyisi vardı...
"Derken tören eski mecrasına girdi, kadın gene bütün konuklara karşı ev sahipliği ve aile büyüğü görevini sürdürdü. Çevreden çok sıcak mesajlar gelmeye başladı, bu arada oynayan kızların sıcak bakışları da cabası...
"Ben de kalktım erkek kıtlığındaki sahnede kadınlarla oynamaya başladım. Vay canına, bir anda erkekler fırtına gibi doldular sahneye, tatlı bir rekabet içinde onlara ayak uydurmaya çalıştım.
"Sonunda oturduk yerimize... Ama bir an öyle geldi ki bütün bahçe (belki 250 kişi) kilitlenmiş bana bakıyordu. Biraz sonra alkışla tempo tutarak hep birlikte 'Çakıcı, Çakıcı' diye bağırmaya başladılar...
"Belli ki 'İzmir'in Kavakları' türküsünü istiyorlar... Hep birlikte söylemeyi önerdim. 'Bilmiyoruz' dediler... Yavaştan asıldım türküye... O anda geçmişteki hiçbir siyasi eylemde duymadığım bir katılım hissettim, onlar da mırıltı eşliğinde bana katılmışlardı.
"Hep sözü edilen 'Ege'nin iki yakası'nın birliği bundan daha iyi anlatılamazdı. Türküyü zar zor bitirdim ama dayanma gücüm kalmamıştı, bu kez ben hüngür hüngür ağlamaya başladım... Sonrası sıradan sarılmalar, vedalaşmalar... Bu olay beni derinden etkiledi ve hâlâ anlatırken heyecanlanıyorum."
Recep'ten arda kalan anılar
Recep Aktaş'ı 18 Kasım 2007'de, lenfoma tedavisi sırasında geçirdiği septik şok sonucu yitirdik. Arkadaşları, dostları onu sayısız hoş anılarıyla yaşatıyor.
Örneğin, kırmızı vosvos'u yanarken geçip karşısına bir sigara yaktığını, çağırdığı çekiciye "al götür bunu benden de para isteme" dediğini anlatırlar. Örneğin, Kutlu-Sargın davasını izlemek üzere yurtdışından gelenlere, yere bağdaş kurarak üç-dört dilden dava sürecini özetlemesini anlatırlar. Umur Coşkun onu şu sözlerle anıyor:
"Olağanüstü' sıfatı bir kişi için öylesine kullanılamaz, fakat Recep'e gerçekten yakışır...
İnsanlarla, Türkiye'nin ve dünyanın her yanında kolaylıkla ilişki kurmasını sağlayan, hep üstünde taşıdığı şeytan tüyüyle öyleydi. İlişki kurmak ne kelime, girdiği her ortama bir anda hâkim olurdu.
Burada halayın, Yunanistan'da sirtakinin, Amerika'da grevci işçilerin dansının başını hep o çekerdi. Tam bir dünya vatandaşı, koşulsuz bir enternasyonalistti.
Tabii biz onu bir de, ancak bir ilçe örgütünün toplam kapasitesiyle karşılaştırılabilecek, örgütleme ve siyasi faaliyet performansıyla hatırlıyoruz. Tek başına bir örgüt gibiydi yani. Hiç kuşku yok, sosyalizme emeği geçen isimsiz kahramanlardandır."
Umarım siz de "Gesi Bağları" veya "İzmir'in Kavakları türküsünü duyduğunuzda, Recep'i ve Anti-Paros'taki Kayserili mübadil hemşerimizi, giderek NETAŞ grevini anımsarsınız. (AŞ/PT)