Antep'te dokuz insanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan ve buram buram provokasyon kokan saldırının failinin kim ya da kimler olduğu kolektif siyasal muhayyilemizde yeni bir konspirasyon fırtınasının kopmasına neden oldu.
Saldırının arkasında hangi güçlerin olabileceğine dair türlü türlü (kimi daha gerçekçi ve makul, kimi bütünüyle "fantastik kurgu" niteliğinde)senaryolar ekranları ve sosyal medya mecralarını istila etti.
Özgür Suriye Ordusu'ndan Esad'a (hatta şebbihalara), PKK'den TAK'a, devletin şu veya bu kanadından çeşitli dış güçlere (İran, İsrail vs.) herkes kendi meşrebince ve kendi siyasal perspektif ve ajandasına uygun fail adayları öne sürüyor.
Hükümet mahfilleri "Esad destekli" PKK'yi (üstelik PKK'nin aksi yöndeki beyanatına rağmen) insansızlaştırılmış medya araçları vasıtasıyla baş fail adayı olarak piyasaya sürme telaşında.
Kendinden menkul stratejistler, "terör uzmanları", bilumum siyasal yorumcu da bu telaşa şehvetle iştirak ediyor, binbir korku ve dehşet senaryosunu önümüze koyuyorlar.
Saldırının ardında kim olduğuna dair muhtelif senaryolar üretimi strateji ve terör uzmanlarının işi elbette; bu zat-ı muhteremler tam da bu iş için varlar. Ancak aynı zihniyetin bize de sirayet etmesinin, bizim, yani solcuların, bu ülkede adil bir barış isteyenlerin de bu komplo teorileri üretimine katılmamızın lüzumu ve manası yok.
Saldırıyı planlayanların kimler olduğu, hangi karanlık emellerin peşinde olduklarına dair üretilen tezlerin hepimizi paralize etmek haricinde bir sonucu olmayacağı aşikâr. Biz fanilerin bu tarz bir eylemin ardında hangi istihbarat servisinin, hangi kontrgerilla aparatının olduğunu bilebilmemiz mümkün de değil.
Komployu ya da provokasyonu mukabil bir komplo ya da provokasyonla altedemeyeceğiz. Dolayısıyla bugün başlıca mesele, saldırının ardında kim ya da kimler olduğunu deşifre etmeye dönük düşünsel akrobasi sergilemekten ziyade bu tarz provokatif bir eylemin yaratacağı politik sonuçlar üzerine düşünmek ve hazırlık yapmaktır.
Saldırının ilk siyasal sonucu, PKK'yi tecrit ve mahkûm etmeye dönük yeni bir "cadı avı" olacaktır. Aksi yöndeki açıklamasına rağmen PKK'nin asli fail olarak mahkûm edileceği ve itibarsızlaştırılacağı açık.
Bu yöndeki sistemli çabalara karşı durabilmeli, Kürt halkının meşru talepleri etrafındaki mücadelesi etrafında koruyucu bir dayanışma duvarı örebilmeliyiz.
Roboski daha orta yerde dururken egemenlerin savaşı körüklemekten başka mana ve işlevi olmayan "teröre lanet" korosuna katılmaktan mutlak manada imtina etmeliyiz.
Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) ilçe binasının yakılmasının gösterdiği gibi bu tür bir provokatif saldırı, Kürt karşıtı milliyetçiliği kızıştıran bir etki görebilir. Uzunca bir zamandır "teröre" karşı klasik milliyetçi (devlet merkezli) argümanlarla yetinmeyen ve açıkça Kürtleri hedef alan bir yeni milliyetçi söylemin yaygınlaşması fenomeniyle karşı karşıyayız.
"Kürtler dışarı" sloganının giderek daha sık işitilmesi bu yaygınlaşmanın Kürt düşmanı milliyetçi reaksiyonerliğin giderek taban kazanıp popülerleşmesinin bir işareti. Antep saldırısı bu dinamiğe bolca su taşımaya adaydır.
Savaş devam ettikçe meşruiyet kazanan ve koşullar olgunlaştığında bir etnik kırımı dahi gündeme getirebilecek bu tehdidin önünü ancak etkili, kitlesel ve toplum nezdinde görünür olacak, "Batı"daki ahaliyi Kürtlerin taleplerinin meşruluğu hususunda iknaya dönük mesai harcayacak bir barış hareketi kesebilir.
Mevcut güç ilişkileri dahilinde "yukarıdan" (mesela yeni bir anayasa yoluyla) söz konusu olabilecek mucizevi bir "çözüm" konusunda her türlü nahif iyimserlik bu görevi, bir barış hareketinin inşasını erteleyen bir işlev görüyor.
Bu tarz bir saldırının özellikle Antep'te gerçekleştirilmesi bir başka tehdidi de gündeme getiriyor. Suriye'de "rejim değişikliği" gündemine iyiden iyiye angaje olan, ülkedeki halk hareketini kendi lehine kullanıp yozlaştıran Türkiye uzunca zamandır bir tampon bölge oluşturma ihtimalini "masada" tutuyor. (Burada dikkat: Türkiye'nin bu angajmanı, ABD'nin Ortadoğu'daki siyasal yönelimini kölece takip ettiği, emperyalizme "uşaklık" ettiği için gündeme gelmiyor. Türkiye ABD ile paralel hareket etse de esas itibariyle kendi "alt emperyal" özlemleri doğrultusunda yol alıyor.)
Kürtlerin Suriye'de kendi kendilerini yönetmeye dönük ciddi bir antrenmana girişmeleri, Türkiye'nin Suriye'ye daha "aktif" bir biçimde müdahale etme iştahını kışkırtıyor.
Bu tarz saldırılar pekâlâ "güvenlik gerekçesiyle" Suriye'de bir tampon bölge oluşturulmasını mümkün kılabilir. Kürt otonomisini her şekilde engellemek isteyen ve Suriye'deki muhalefet hareketini bütünüyle boyunduruğu altına almak isteyen bir Türkiye Antep'teki gibi "fırsatları" tepmek istemeyebilir.
Böylesi bir ihtimale karşı durmak, ister "güvenlik" ister "insani", gerekçesi ne olursa olsun Türkiye'nin bir tampon bölge oluşturulmasına itiraz etmek, Türkiye'nin bölgesel güç olma heveslerinin önüne bir barış bariyeri oluşturmak acil bir görev. (Bunu yapabilmek, yani gerçek bir bölgesel barışı savunabilmek için Suriye'de olan biteni Esad'a karşı dış kökenli bir terörist konspirasyon olarak gören ve Suriye'deki rejimin söylemini bir biçimiyle yeniden üreten anlayıştan da uzaklaşmamız gerekiyor elbette.)
Hasılı saldırılardan kimin sorumlu olduğuna dair muhtelif versiyonlar arası fikri cambazlıklara çok da fazla zaman harcamayalım.
Açıkçası biz fanilerin çözebileceği şeyler değil bunlar. Tüm enerjimizi bu ve benzeri saldırıların yaratabileceği siyasal sonuçları bertaraf etmeye dönük sarfetmemiz gerekiyor. Çok vaktimiz yok. Antik Yunan tiyatrosunda olsak, çözülemez gibi görünen her sorun gibi barışın da bir "deus ex machina" vasıtasıyla yukarıdan sahneye indireleceğini umabilirdik. Oysa bizim böyle bir lüksümüz yok; barış bizim eylemlerimizle gelecek.
Kendilerine bomba yağdıranlarla aynı üniformayı taşıyan kaza geçirmiş askerleri omuzlarında hastaneye taşıyan Roboskililer kadar cesur ve kararlı olabilmeliyiz. Onlar bugün bize "insani müdahalenin" tek ve gerçek anlamını göstermiş oldular. (FB/HK)