Finike’de öldürülen doğa ve insan dostu yaşam savunucuları için Türkiye’nin birçok yerinden gelen yaşam savunucusu dernek ve topluluklar geçen hafta cumartesi günü Antalya’da Aydın Kanza parkında buluştuk. Ben Ege Çevre Platformu yönetim kurulu üyesi olarak bu buluşmada yer aldım.
Finike’ye 20 kilometre uzaklıktaki Alacadağ köyü Kızılcık yaylasında öldürülen Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftin evine gitmek üzere yola çıktık. Yol boyunca adeta bir yeşil denizinde boğulduk. Yolun iki tarafı büyük Sedir ve Kızılçam ağaçlarıyla kaplıydı.
Alacadağ köyüne varmadan mermer ocakları görünmeye başladı. Kızılcık yaylasına varıncaya kadar çok fazla etrafa yayılmış mermer ocakları gördük. Bunlar gördüklerimizdi.
Dağların tepelerin arkasını göremedik. O güzelim ormanın kalbine birer hançer gibi saplanmışlardı .
Batı Akdeniz bölgesinin ormanlık alanlarını binlerce yıl yaşayan Sedir ağaçları oluşturuyor. Sedir ağaçları da mermer kayaçlarında yaşam buluyor. Dolayısıyla bu bölgenin mermer rezervi çok büyük. Bu yüzden bu bölgede vahşi bir doğa talanı var. Zamanla sayıları hızla artan bu ocaklar yüzünden gelecekte burada tek bir ağaç bile kalmayacağı kaçınılmazdır. Dolayısıyla ekolojik denge geri dönüşümsüz bozulacaktır. Burada yaşam yok olacaktır. Bu çok önemlidir.
İçme ve yeraltı suları da mermer ocaklarının tozlarından geri dönüşümsüz kirlenirler. Çünkü mermer ocakları yamaçlarda olduğu için bu kalkerli tozlar yağmurlarla yeraltı sularına karışarak yeraltı sularını geri dönüşümsüz olarak kirletirler. Bölgedeki meyve bahçeleri ve diğer tarım alanları da mermer tozlarından etkilenmekte ve verimleri düşmektedir.
Kızılcık yaylasına varınca o eşsiz yayla havası karşıladı bizi. Öldürülen çiftin evi ormanlık alanın içinde yer alıyor. Sağanak yağmur altında evi ziyaret ettikten sonra civardaki büyük bir mermer ocağının önünde “Yaşam ve Dayanışma Yolcuları Topluluğu” üyesi İsmail Akyıldız'la birlikte basın açıklamasını okuduk.
Basın açıklamasına katılan dernek ve topluluklar kendi bölgelerindeki mücadelelerini anlattılar. Güç birliği yapılamasına vurgu yaptılar. Daha sonra Antalya’ya döndük.
Basın açıklamasına EGEÇEP (Ege çevre Platformu), Mersin Doğa ve Çevre Platformu, Munzur Doğa Ve çevre Koruma Derneği, Bursa Doğader, Tarsus Çevre koruma Derneği, Muğla Çevre Koruma Platformu, Yaşam ve Dayanışma Yolcuları, Bergama Köylüleri, Perisuyu Koruma Platformu, HDP Antalya İl yönetimi ve üyeleri, CHP Antalya il yönetimi ve üyeleri, HDK Ekoloji meclisi, CHP Antalya milletvekili Niyazi Kefi Kara ve birçok doğa ve insan dostu yaşam savunucusu katıldı.
Pazar günü Antalya merkez Değirmen önü parkındaki kültür merkezinde bir forum yapıldı. Foruma da yine dernekler, topluluklar ve birçok yaşam savunucusu katıldı.
Ben de forumda bir konuşma yaptım. Konuşmam şöyleydi:
“Buradan dünyadaki bütün doğa ve insan dostu yaşam savunucularını sevgiyle selamlıyorum. İki gündür aranızda olmaktan çok mutluyum. Böyle acı bir durumda sizlerle bir araya gelerek tanışmak istemezdim. Öldürülen doğa savaşçıları ölümsüzdür. Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu'nun bıraktığı yerden sevgili doğamız ve insanlarımız için mücadelemize devam edeceğiz. Bu boynumuzun borcudur. Onlar da en çok bunu isterlerdi zaten.
Bu konuşmayı EGEÇEP bileşeni olan Yerel Tohum derneği ve Tarım Zehirleriyle Mücadele Platformu kurucu genel kurul ve yönetim kurulu üyesi olarak yapıyorum. Sosyoloğum ve Tarım Bakanlığında emekliyim.
Tohum yaşamdır. Sabah kalktığımızda tarım ürünleriyle giyiniyor kahvaltı yapıyor ve günün sonuna kadar yaşamak için bu ürünleri tüketiyoruz. Öyleyse tohumsuz bir yaşamın sürekliliği mümkün değildir.
Mart ayında yerel tohum çalışması için Güney Afrika Yasama başkenti Cape Town’a gittim ve Belediye başkan yardımcısı Alderman Neilson’la İzmir büyükşehir belediyesi Basın ve Halkla ilişkiler Daire Başkanlığı aracılığıyla görüştüm. Görüşmenin sonucunda orada hiçbir yerel tohum kalmadığını ve tüm tarımsal ürün ihtiyacının çok uluslu şirketler tarafından sağladığını öğrendim.
Başta Afrika ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesi tarımsal üretim ve tüketim bakımından tamamen çok uluslu şirketlerin hegemonyasındalar. Aşırı tarım zehiri, hibrit ve GDO'lu tohumlar kullanılarak üretilen (konvansiyonel tarım sistemi) besinleri tüketiyorlar. Hayvansal yiyecekler de yine şirketler tarafından çok kötü koşullarda çok büyük işletmelerde üretiliyor.
Bizim ülkemizde az da olsa kendi tat alışkanlıklarından dolayı köylerde yerel tohum bulmak mümkündür. 2006 yılında yerel tohumların alınıp satılması 5553 sayılı kanunla yasaklanmıştır. Bu kanun halen yürürlüktedir. Biz insan ve doğa dostları “tohum takas şenlikleriyle" bu tohumları çoğaltıp koruyup yaygınlaştırarak gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyoruz.
Yüzyıllardır devam eden bu döngüyü sağlamak insan olma sorumluluğudur. Biz bunu “Yerel Tohum Hareketi”yle geçekleştirmeye çalışıyoruz. Yerel tohum hareketi başta Ege Bölgesi olmak üzere ülkemizin bütün bölgelerinde örgütlüdür. Her geçen gün de örgütlülüğümüz artmaktadır.
Diğer bir konu tarım zehirleridir. Dünyayı çok uluslu dev canavar şirketler yönetiyor ne yazık ki. Ülkeler ve özellikle Tarım bakanlıkları sadece onların memurluğunu yapıyorlar.
Bunlar her alanda olduğu gibi tarım sektöründe de her geçen gün daha da devleşiyorlar. Örneğin Monsanto ve Bayer birkaç ay önce birleşti. Bu durumda dünya tohum ve tarımsal ilaç sektörü Bayer’in eline geçti. Önce hastalıklara dayanıksız ve GDO'lu tohumlar üretiyorlar. Sonra bunlar için tarım zehiri üretiyorlar. En sonda beşeri ( insan ilacı ) üreterek zehirlerle kanser olanları sözde iyileştiriyorlar. Üç tane kocaman cepleri var hiç dolmayan. Dördüncüsü de cenaze işleri için kullanılır yakında.
Ülkemizde yaşayan yaklaşık 80 milyon insanın belki sadece 10 milyona yakını çok pahalı olan organik ürünlere ya da iyi tarım uygulamalarına veya kendileri yetiştirmek koşuluyla sağlıklı meyve sebze ve meyveye ulaşıyor. Geri kalan tahmini 70 milyon insan yoğun kimyasal gübre ve tarım zehirleri kullanılarak üretim yapılan konvansiyonel tarım sistemi ile üretilen ürünleri tüketmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla hepimiz her gün farkında olmadan vücudumuza zehir alıyoruz.
Özellikle Akdeniz bölgesinde çiftçiler ( Antalya, Mersin ve civarı) çok fazla zehir kullanıyorlar. Bu ürünlerdeki zehir kalıntıları yediğimiz yiyeceklerle vücudumuza giriyor. Antalya Kumluca bölgesi çok iyi bir örnektir. Sizin de dün Finike’ye giderken gördüğünüz gibi burası adeta bir sera denizi görünümündedir.
Ve ilçe de bir bilim kurgu filmi gibidir. Çünkü adım başı bir zehir bayisi vardır bu ilçede. Yolu düşenlerin şehri gezmelerini ve ilaç kokusunu alarak tanımalarını öneririm. Antalya bölgesinde yılda kaç ton zehir tüketildiği ve kaç kişinin kanser olup öldüğünü vs. çok merak ediyorum. İlgili kurumlar; Tarım Bakanlığı istatistik birimi ( ilçelerde ve illerde var) ve Sağlık Bakanlığı istatistik birimi çalışmalar yaparak sonuçları kamuoyuyla paylaşmalıdır.
Çünkü birçok gereksiz alanda milyonlarca para harcanarak istatistik çalışmaları yapılmaktadır. Bu konu doğrudan halk sağlığını ilgilendirdiği için asıl bu alanda istatistik çalışmaları yapılmalıdır. Hiç sanmıyorum ama eğer bu konuda çalışmalar varsa mutlaka kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Biz bu güne kadar hiçbir bilgiye ulaşamadık. Ben bu istatistik çalışmalarını ilgili kurumlardan talep ediyor ve bekliyorum bir yurttaş olarak.
Ülkemizde zehir kalıntılarıyla ilgili çalışmalar yapan Akdeniz Üniversitesi öğretim görevlisi ve Akdeniz Üniversitesi Gıda Güvenliği ve Tarımsal araştırmalar Merkezi kurucusu Yar.Doç.Bülent Şık Gıda Mühendisi olmasına rağmen önce Turizm bölümünde çalışması için yeri değiştirildi. Sonra da görevine son verildi. Artık bu merkezde çalışamıyor. Ve işsizdir kendisi. Oysa kendisi bu alanda ülkemizde araştırma yapan tek bilim insanıdır . Ve çok değerli bir bilim insanıdır. Bu konuda yaptığı araştırma sonuçlarına bianet.org’daki yazılarından ulaşabilirsiniz.
Başta çok uluslu şirketler olmak üzere bize dayatılan her şeye Doğu- Batı yani ülkemizin her bölgesi güç birliği yaparak birlikte dur demeliyiz. Diyarbakır merkezli Mezepotamya Ekoloji Platformu doğunun çatı örgütüdür. Onların bin yıllık Hevsel bahçelerini korumak için verdikleri mücadeleye ülkemizd ki tüm”doğa ve insan dostu yaşam savunucularının omuz vermesi gerekirdi. Çünkü bu dünya hepimizindir.
Hiçbir ırkın ya da toplumun vs. kendine özel doğası yoktur. Dünyadaki bütün ağaçlar çiçekler böcekler sular hepimizindir. Finike civarındaki ormanları kuşatan o mermer ocakları hepimizin canını yakıyor. Bölgenin kalbine saplanan o hançerler bizim olduğu gibi dünyanın diğer ucundaki bir başka doğa ve insan dostu; güzel insanın de kalbini yaralıyor.
Biz EGEÇEP ve daha bir çok “doğa ve insan dostu yaşam savunucusu“ grup ve topluluklar gördük ki “ekoloji mücadelesinde” çalışma yapılan yerdeki köylüler ekonomik kaygılarından dolayı bizlere katılmayarak şirketlere boyu eğiyorlar.
İşte tam bu noktada köylülerin ekonomik sorunlarını çözecek tarımsal çalışmalar yapılmalıdır. Köylülük bitirilmiştir. Ama yine de atıl kalan tarım arazilerinde örneğin “doğrudan destekli tarım sistemi” gibi köylülerin ekonomik sorunlarını çözecek çalışmalar yapılabilir. Bu sistemin uygulanmasıyla hem köylülerin pazarlama vs. sorunları çözülür. Hem de tüketiciler sağlıklı beslenirler.
Biz Yerel tohum Derneği ve Tarım Ekonomisi Derneği olarak bu konuda çalışmalar yapıyoruz İzmir’de. Üç tane grup oluşturduk. Çok verimli olduk. Ülkemizin bazı kentlerinde bu üretim şekli yapılıyor. Dünya da bu sistem birçok ülkede uygulanmaktadır. Bu sistemin özü sağlıklı besinlerin tüketicilere aracısız ulaşmasıdır.
Köylülerin ekonomik sorunları aşağıdan yukarıya katılımcı çalışmalar yapılarak çözülebilir. Böylece “ekoloji mücadelesine” köylüleri katmak mümkün olur.
Hem tohumlar konusunda hem de zehirler vs. başka çevre sorunlarında ülkemizin her bölgesi köylüler ve kentliler (üreticiler ve tüketiciler) geniş katılımlı olarak güç birliği yaparak dayatılanlara dur demelidir. Bölük börçük yapılan mücadeleler toplumsallaşamayacağı için baskı unsuru oluşturamazlar.
Ekolojik sorunlar ve diğer yaşamsal sorunlar küreselleşen dünyada “vahşi kapitalizm”in etkisiyle dünyanın her yerinde aynılaşmıştır. O halde dünyadaki diğer doğa dostu güzel insanlarla birlikte güç birliği yaparak ve çok daha güçlü olarak bize dayatılanlara dur demek zorundayız.
Ülkemizde “örgüt” sözcüğünden çok korkulmaktadır. Oysa örgüt ve yasadışı örgüt farklı şeylerdir. İnsanlar yüzyıllardır sorunların çözümü için örgütlenmişlerdir. Bu en doğal insan hakkıdır. Bunda korkulacak bir şey yoktur. Yine “siyaset” yapılmasından da korkulmaktadır. Oysa siyaset yaşamın ta kendisidir örneğin uzun süreli su kesilmesini konuşmak siyaset yapmaktır ve bu da önemli bir insan hakkıdır.
Sadece siyaseti vekiller yapmaz. Bizler her zaman bu işleri vekillere bırakmamalıyız. Unutmayalım ki onlar vekilimizdir. Asıl bizim siyaset yapmamız gerekir. Bir tek bireyin duyarlılığı bile çok önemlidir.
Hain bir cinayete kurban giden yaşam savunucusu güzel insanlar ölümsüzdür. Yoldaşlarımızın kaldığı yerden sevgili doğamız ve insanlarımız için mücadelemiz devam edecektir."
Forumun sonunda doğanın talanına ve vahşi kapitalizmin bütün dayatmalarına karşı ortaklaşıp güç birliği yaparak dur denmesi konusunda ortaklaşıldı. Sonuç bildirgesinin hazırlanarak paylaşılmasına karar verildi. Ülkemizdeki “ekoloji” sorunlarının çözülmesi birlikte mücadele kanallarının açılması için ileriki tarihlerde daha geniş katılımlı ( çalıştay vs.) yapılması fikri ortaya çıktı.
Çok verimli bir etkinlik oldu. Bu ilk buluşmaydı. Yaşam savunucusu doğa ve insan dostu güzel insanların öldürülmesi bardağı taşıran son damladır. Onlar ölümsüzdür. Yoldaşlarımızın kaldığı yerden ekoloji mücadelemiz devam edecektir.
Bu topraklar taşıyla toprağıyla sedir ve zeytin ağacıyla Diyarbakır’daki tarihi “Hevsel” bostanlarıyla Dersim’in billur sularıyla bizimdir. Ve bizim olacaktır her zaman. (GY/NV)