İki mektup… İki onurlu yurttaştan geliyor.
Bu mektuplar, tekrar okunsun diye yazılmıştır.
İkisi de “sevgi” ile bitiyor… Biri “kucak dolusu”, diğeri “saygıyla” sevgilerini gönderiyor.
İlk mektup bir annenin direnişinin sesi! İçerdekiler ölmesin diye dışarıdakilere yazılmış…
CHP’nin Adalet Kurultayı’na Semih Özakça’nın annesi Sultan Özakça “mektup” göndermiş. Basında sadece özeti yayımlandı… (Gazeteler Cumhuriyet, Birgün)
“Ben yaz dönemlerinde tarlada çalışıyordum. Oğlumun ihtiyaçlarını karşılamak için toprağı tırnaklarımla kazdım. Kış dönemlerinde sitenin merdivenlerini yıkadım. Temizlik işlerine gittim. Bizim çok paramız olmadı, ancak karnımızı doyuruyorduk. Oğlum Semih 12 yaşlarına geldiğinde zengin aile çocukları denizin maviliğinde yüzerken, benimle beraber yeşil pancarların içinde ot yoluyor, yazın kavurucu sıcaklığında çim kurutuyorduk. Okul masraflarını karşılamak için alın teriyle tarlada çalıştı. Meslek sahibi oldu, yuvasını kurdu, kendi ayakları üzerinde duruyor derken 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL ve çıkarılan KHK’ler ile önce oğlum Semih, ardından gelinim Esra görevlerinden ihraç oldu. Mardin Mazıdağı’nda bir tek Semih ile gelinimin suçu ne olabilirdi. Eğitim-Sen üyesi olması mı? Bu adaletsiz ülkede kamu emekçisiysen AKP’ye biat etmiyorsan en büyük suçlu sen oluyorsun. 120 gün direndiler, işkence gördüler, gözaltına alındılar.
Açlığın altmışıncı günlerinde Türkiye ve dünya seslerini duydu, AKP duymamazlıktan geldi. Direniş büyüdükçe büyüdü, adalet arayanlar milyonlara ulaştı. Bu durumdan hükümet korktu. Direnişi dağıtmak için Nuriye ve Semih’i açlık grevinin 75. günü gece yarısı eve baskın yaparak işkenceyle gözaltına aldılar. Çok öfkelendim. Kendimi İnsan Hakları Anıtı önünde buldum. Oğlumun yerine oturdum. AKP iktidarı direnen çocuklarımızın arasından direnişçi bir anne yaratmıştır. Haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı gelen bir anne olarak iki defa gözaltına alındım. Bir anneye oğlunun adını yasakladılar. Eğer birazcık vicdanları kaldı ise yetkililere sesleniyorum. Haksız yere yaşattığınız işkence bitsin. Oğlum Semih ve Nuriye işlerine geri alınsınlar. Zorla müdahale, sakat kalmak demek, ölüm demek, buna izin vermeyelim. Kucak dolusu sevgilerimle...”
Yargının kulakları çınlasın, eğer biraz vicdan kaldıysa!
Enis Berberoğlu, gazeteci… CHP'li tutuklu milletvekili aydınlık yarınlar için “bir gün mutlaka” buluşma umudunu çoğaltan mektubunu, hapishaneden dışarıdakilere yazmış.
“Neler yapmadık ki, adaleti beklerken!
Kimimiz zindana atıldı, çoğumuz yollara döküldü… Dağlar aşıldı, ovalar geçildi… Meydanlar doldu…
Saraya, partiye tabela asmakla adalet gelmediği, cümle aleme ilan olundu.
Yüreğimize, dilimize, ayağımıza sağlık…
Özel koşullarım yüzünden adalete kafa yoracak neden ve zamanım bol.
Yalnızca hapishaneleri dolduran yüz binlerce mahkûm, intikam ve gözdağı amacıyla suçlanan, tutuklanan gazeteci, aydın ve siyasetçilerden ibaret değil bu ülkenin adalet mağdurları…
Zaten o kadarla kalsaydı, yolumuza yoldaş, adalet isyanımıza bayraktar bulamazdık.
Partisinden, mesleğinden, mal varlığından bağımsız, her yaştan kadınlı erkekli adalet açlığı çeken o kadar çok yurttaşımız var ki…
Hayatındaki adaletsizliğin üzerine yürümek için bir ışık, umut, çağrı bekleyen…
Örneğin, çocuklarını okullarda daha iyi yurttaş olarak yetiştirmek isteyen aileler eğitim fırsatlarında adalete inanıyor mu? Hayır.
Bu ülkenin orta direği küçük işletmeler, esnaf, işçiler, memurlar, ekonomide adil rekabet ortamında mı çalışıyor? Yine hayır.
Yaşam hakkı… En kutsal hak… Peki, sağlık hizmetlerinden, adalet içinde mi yararlanıyor halkımız? Hayır!
Siyasette adil temsil, seçim sonuçlarında adalet var mı? O da yok…
Her alana yayılmış, sistemi çürütmüş bu adaletsizlik tabii ki rastlantı eseri değil.
Türkiye neredeyse 40 yıldır 12 Eylül darbe yasaları ile yönetiliyor.
Ama bizlerin gücü maalesef sayısız kez değiştirilen Anayasa’dan bu darbeci zihniyeti temizlemeye yetmiyor.
İşte Adalet Kurultayı’nın önemi burada yatıyor. Eminim ki, haksızlığa, yolsuzluğa, eşitsizliğe, çürümeye yol açan adalet kara deliklerini tek tek bulup, ortadan kaldırmak için gerekli önerileri tartışıp kamuoyuna sunacaksınız.
Yeni adalet mimarisinin temelini atacak bu Kurultay’da aranızda olmayı çok isterdim, kısmet değilmiş. Dün yürüyüşte olmadı, bugün Adalet Kurultay’ında…
Ama bir gün mutlaka yeniden buluşacağız. Aydınlık yarınlar bizimdir.
Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.” (bianet)
Mektuplar… Onur sahibi insanların mektupları herkesi onurlandırır… Tarih bazen mektuplardan utanır. Bazı mektuplar vardır, utançtır; okurken aldırmayanlar için bile ve eğer onurları kalmışsa biraz da utanmaları için…
Kimselerin bilmediği geçmişte yaşananlara, bazı mektuplarda rastlarsınız!
1940’lı yıllar… Nazım Hikmet’le birlikte Çankırı cezaevine götürülen Kemal Tahir; Piraye’ye yazdığı “Sevgili Yengeciğim” diye başlayan bir mektubunda götürülüşlerini anlatır (Sözcükler. Sayı 62-2016/4).
“Biz trende tahmin ettiğin kadar rahatsız olmadık, Jandarmalar iyi çocuklardı. Hatta güle eğlene geldik. Yalnız Nazım biraz mahzundu. Ankara’da asfalt caddelerden ellerimiz kelepçeli geçmemizi Jandarma Kumandanı Bey istemedi. Gönlü razı olmamış. Bizi yarı yoldan döndürerek arka sokağa saptırdı. On adım sonra tekrar döndüğümüz yere çıktık. Tekrar asfalttan yürüyerek Ankara milletine seyran olduk. Fakat istasyonda müddeiumumi (savcı) imdadımıza yetişti: “Onlar mahpus ve mahkûm değildirler. Ellerini çözün!” diye gara telefon etti. Kelepçe meselesinde ne kadar titiz olduğuma dikkat ettiğin için sana bu hususu kısaca yazıyorum.”
Bir mektupta yarım asırdan çok önce anlatılan kelepçe hikâyesi… Ellerini çözün!
Kelepçeleri çözülmeden hasta muayenesi reva görülen tutuklulara mektup yazmak yasak!
İki mektubu tekrar tekrar yazmak ve tekrar tekrar okumak belki en kolay yol…
Onurlarıyla yaşayan insanlarla birlikte bir gün mutlaka aydınlık yarınlar için kelepçelerin çözülmesi uğruna mücadele etmek en zor olan yol olsa bile; mektuplar insan onurudur. (Fİ/EKN)