Annemi, doğduğu ve 3-4 yaşlarındayken zorla terk ettirildiği topraklara götürmeyi, hayatın taşkalası içinde, yalan yok, akıl edemedim hiç. Düşünecek kadar büyüdüğümde, annem yıldızların oralara gitmişti. Çağan Irmak’ın oraları ve oradakileri anlatan “Dedemin İnsanları” filmini gözyaşları içinde izlerken karar vermiştim; oralara kızçelerimle gitmeye.
Oralar nere mi? Genelinde Yunanistan, özelinde Batı Trakya, Selanik-Drama tarafları.
Yıl 1925 olmalı. Annem 3-4 yaşlarında. İki kardeşi, anne-babası ve diğer yakınlarıyla birlikte, oraları terk etmeye zorlanıyorlar. Selanik Limanından bindikleri Gülcemal vapuru, onları Samsun Limanına götürüyor. Samsun, Manisa-Akhisar ve nihayetinde Aydın-Söke’ye yerleşiyorlar. Mübadillere verilen topraklarda tarım yapıyor dedem. Nenem de süreç içerisinde sayısı yediye çıkan çocuklarıyla birlikte çoğu kez evde, bazen de tarlada.
Dedemi hiç görmedim. Nenem yaşarken muhaceret olgusundan bihaberdim. Annemin anlattığı sınırlı şeyler de büyüklerinden duyduklarıydı ve mübadelenin dram, zorlanma ve (u)mutsuzluk boyutuna dair fazla bir şey içermiyordu, -sanki-.
Süreç içerisinde ana kültürün baskısı altında yok olmamak için –yetersiz olsa da- direnen, oralarda demlenip buralarda damıtılan ve günümüze de kırıntıları kalan “maacır” -bizim oralarda “muhacir”e “a” harfi uzatılarak böyle denir- kültürünün etkisi bir “maacır kızı” olan bende de var. Annemden genetik miras fiziki özelliklerim, fazlasıyla konuşkan beden dilim, beslenme alışkanlıklarım, sahip olduğum değerlerin bazıları ve kullandığım sözcüklerde kısacası beni ben yapan “şey”lerin çoğunda bu kültürün –mutlak- etkisi var diye düşünürüm.
Telli telli telli şu telli turna/Sanma ki yaralı uçmaz bir daha…
Sevgili okur; annemin sürüldüğü topraklara 90 yıl sonra kızçemle birlikte gidişime dair izdüşümleri yazmak için başladığım yazının –daha- girişinde dağılmış durumdayım. Hemence kendimi ve yazıyı toparlamalıyım. (Kısa bir ara…)
Gümülcine’den aldığım yumuşak içimli ve bol köpük yapan Türk kahvesinden yaptım kendime. Kavala’dan aldığım bol bademli kurabiye eşliğinde kallavi fincanda içtiğim kahvenin olumlu etkisi olması kuvvetle muhtemel.
Takılmış kanadı göçmen buluta/Anlatır eski beni şimdiki bana
Kızçemle kendi olanaklarımızla Selanik-Drama-Halkidiki ile sınırlamayı planladığımız tatil planını, Yunanistan’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler nedeniyle değiştirip, Selanik-Atina-Kavala’yı içeren -ve Drama’yı(!) içermeyen- tur satın aldık. “Bi daha gideriz, bu ön keşif olsun”, dedim kızçeme.
Önceden tanımadığın 38 kişiyle, rehberin sektirmeden uygulayacağı programa hem sınırlı hem sorumlu ve –mutlaka- sorunsuz olarak uymak, keşif yapabilmek ve daha önemlisi keyif almak, uzun otobüs yolculuğuna katlanmak kolay olmayacaktı.
Korktuğum olmadı, üstelik her şey çok güzel oldu. Kara Yunanistan’ında geçirdiğim bu beş günlük sürede “sanki daha önceleri oralarda yaşamışım” duygusu sardı beni. Tura katılanlar arasındaki ikinci ve üçüncü kuşak mübadillerle ortak duyguları paylaşmak da artı güzeldi.
Sakın çıkma patika yollara/O dağlara kırlara o karlı ovaya
Gecenin saat 3’üydü, İpsala Sınır Kapısına vardığımızda. Gümrük işlemleri esnasında muhatap olduğumuz sivrisineklerin bedenime attığı imzaları inatla anı olarak saklıyorum.
Makul süre uyuduğumuzu düşünen kaptanımız Sedat Bey, bizi en sevdiğim Rumeli türküsü olan Çalın Davulları ile uyandırdı. Sabahtı ama kanımı kaynatmaya yetti peşinden gelen “Havada Uçan Teyyare”,”Yaş Nane, Kuru Nane”, “Bahçelerde Enginar”, “Ben Armudu Dişledim” türküleri ve diğerleri.
Dedeağaç’ı uykudayken geçmişiz. “Binbir rengin şehri” denilen ve Avrupa Birliği’nce Yunanistan’ın en iyi korunmuş şehri unvanı verilen İskeçe’ye dair rehberimizin anlattıkları ilginçti.
Uzun süre Osmanlı egemenliğinde olan kent, 1920’de referandumla Yunanistan’a bağlanmış. Şehir düzlük alanda kurulu. Eski ve yeni İskeçe var. Bazıları restore edilen Türk evlerinin bulunduğu eski İskeçe, dağ yamacına kurulu. Sokaklar dar. Camiler göreceğiz. Bizim Anadolu sokaklarına ve evlerine benziyor. Evler balkonlu, balkonlar çiçekli. Sokaklar tertemiz. Kent yangın ve iki deprem geçirmiş. Lozan Barış Antlaşmasıyla nüfusun çoğu mübadeleye tabi tutulmuş. Türk nüfusu şimdi de yüksek. Tarım ve hayvancılık geçim kaynağı. Halk eğlenceyi seviyor. Karnaval ve festivalleri var. Meydan önemli Yunanistan’da. Buranın meydanında saat kulesi var.
İskeçe’de panoramik şehir turu sonrası, saat 10 sularında pudra şekerli börek ve çorbayla yaptığımız kahvaltı değişik ve keyifliydi. Şöylesine gördüğümüz İskeçe’yi geride bıraktığımızda gözümüz ve gönlümüz açıktı. Kavala, İskeçe’ye çok yakın ama biz dönüşte uğrayacağız, oraya.
Buradan sonraki yol bana Denizli-Aydın arası gibi geldi. Rehberimiz, sağ tarafımız Drama Ovası, dediğinde içim pırpır etti. “Bi daha ki sefere sadece senin için geleceğim” , dedim Drama’ya ve annemi düşündüm sonra yol boyu.
Yan koltuklarda oturan yaşları ileri-gönülleri genç çiftin elindeki iki bine yakın sözcüğün yer aldığı Türkçe-Yunanca ortak sözcük listesi tur boyunca elimizde oldu.
‘Ahtapot’un ahtapodi, ‘aptal’ın abdalis, ‘baba’nın babais, ‘börek’in boureki (ben de tüm maacırlar gibi ‘böö(ğ)rek’ derim ve kızçelerim güler bana.) ‘çiftetelli’nin tsiftetelli, ‘defne’nin dafni, ‘efendi’nin afendis, ‘fukara’nın fukaras, ‘gaf’ın gafi, ‘harita’nın ‘hartis, ‘ibrik’in ‘briki, ‘ıspanak’ın spanaki, ‘kadayif’ın kadaifi, kalamar’ın kalamari(yemek siparişi verirken bu sözcüğü sıkça kullandık, ayıptır söylemesi.), ‘kıyma’nın kimas, ‘lokum’un lukumi, ‘manyak’ın manyakos, ‘nargile’nin nargiles, ‘pilav’ın pilafi, ‘sardalya’nın sardela, ‘şapşal’ın sapsalis, ‘tarhana’nın trahanas, ‘veresiye’nin verese, ‘zeybek’in zeibekikos, ‘zurna’nın zurnas olduğunu vb. öğrenmek keyifliydi.
Yenik düşüyor her şey zamana/ Biz büyüdük ve kirlendi dünya
Ve deniz ve Selanik ve fotoğraf çekimi molalı panoromik şehir turu. Zaman kısa, eser sayısı çok ve algı zorlayıcı.
Kordon, Beyaz Kule, Döner Kule, Fuar, Kale, Ano Polis, Yedi Kule, Osmanlı ve Bizans eserleri, Türk Mahallesi, Galeriyos'un Zafer Takı, Rotonda (Eski Metropol Camii), Pazar Hamamı, Hamza Bey Camii, Kazancılar Cami, Zincirli Kule, Roma dönemi eseri Yunanistan’ın en büyük kilisesi olan Aya Dimitros Kilisesi, Büyük İskender heykelini –sadece- görüyoruz.
10 Kasım 1953 itibarıyla ziyarete açılan, 2012 yılında da restore edilip tefrişi yenilenen Türk Başkonsolosluğunun yanındaki Atatürk Evi Müzesi’ni kalabalıkla ve hızla gezdik. Zübeyde Hanım ve Atatürk heykelleri çok gerçekçiydi. Ziyaretçi Defterine yazmak isteyenler defterin kaldırıldığını öğrenince tepki verdiler.
Selanik kordonu sanki İzmir-Alsancak kordonu… Bindiğimiz cafe-bar tekneyle liman çevresinde seyir halindeyken bir şeyler içip serinleyince “keyifler kekâ” oluyor. Sahile paralel bir balıkçıda yediğimiz yemeğe ödediğimiz para çok makul. Servis güler yüzlü. Karnımız tok, sırtımız pek, yorgunluk had safhada, algı çok zayıf.
Telli telli telli şu telli turna/ Sanma ki yaralı uçmaz bir daha
Sabah Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu turda kızçemle beni en çok heyecanlandıran alternatif tur; Kalambaka Kasabasındaki Meteora. Trabzon-Sümela gibi bir yer hayal ediyorum ama alakası yok; çok etkileyici burası. İllaki görülmeli.
Meteora, Unesco dünya mirasları listesinde. Kayaların tepesinde kurulu birbirinden bağımsız manastırları görünce doğanın ve insanın gücü şaşırıyor insan. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Ortodoks keşişleri inzivaya çekilmek, Tanrı’ya daha da yaklaşmak, dahası Ortodoksluğu Osmanlı egemenliğinden korumak amacıyla bu manastırları yapmış. Milyonlarca yıl önce denizin altındaymış buralar. Sular çekilip de devasa kayalar ortaya çıkınca, rahipler kaya tepelerine birebir oturttukları bu manastırları yapmışlar. Şimdi merdiven var ama eskiden ulaşım yokmuş. Bir dönem ipten yapılmış file asansörler kullanmışlar. Süreç içerisinde manastırların çoğu yıkılmış. Halen aktif olanların sayısı altı.
Takılmış kanadı göçmen buluta/Döner gelir bir gün konar yurduna
Atina çok uzakta, hiç varamayacağız gibi geliyordu bana. Varınca otelde kısa süre dinlenip Atina By Night Turu’na çıkıyoruz. Akşamın alacasında Atina sahilini, Pire, Paşa Limanı, Alimos, Faliro, Glyfada semtlerini geziyoruz. Ardından yediğimiz içtiğimiz bizde kalsın diyerek geçiştireceğim yemek faslı. Denizden esen yel, kulağımıza çok tanıdık gelen Yunan ezgileri eşliğinde keyfimiz yine kekâ.
Kahvaltı sonrası çıktığımız Atina panaromik şehir turunda Agora, Zeus Tapınağı, Parlamento Binası, Syntagma ve Omonia Meydanları, Cumhurbaşkanlığı Sarayı Başbakanlık Konutu, Tarihi Olimpiyat Stadyumu, Panepistimiou bulvarlarını, Ulusal Kütüphane ve Akademi Üniversitesi görüyoruz.
Kızçemle Atina’nın kalbi -İstanbul’un Taksim’i?- olan, yeni yıl kutlamalarının ve neredeyse her gün bir eylemin yapıldığı Syntagma (Anayasa) Meydanını göreceğiz diye heyecanlıyız. Bir gün önce bu meydanda büyük arbede yaşandığını sosyal medyadan öğrenmiştik. Sabahın erken saatleri olduğundan sakindi ortalık. Çipras’la da karşılaşamadık yollarda.
Eskinin kraliyet sarayı şimdinin Parlamento Binası’nı koruyan, kırmızı ponponlu ayakkabılı ve tam dört yüz plili etekli evzonelerin (asker) her saat başı yaptığı nöbet değişimine tanık olduk. Bu geleneksel giysilerin kökeni bağımsızlık savaşına (1821-1828) dayanıyormuş. Yerel rehberimiz binanın renginin de taşlarından kaynaklı beyaz, sarı ve leylak rengi aldığını söyledi. Meçhul Asker Anıtı da bu meydanda. Uzaktan gördüğümüz Omonia meydanına ise Akropolis turu sonrası gideceğiz.
Telli telli telli şu telli turna/Ne kalmış buralı göklerden başka
Ve dünyanın en büyük, en ünlü sit alanı Akropolis’teyiz. O kadar kalabalık ki… Dünyanın her yerinden gelme her yaştan insanla birlikte bekliyoruz, içeri girmek için. Yerel rehberimizin anlattıklarından tutabildiğim not çok az. (Google arama motoruna başvuruyorum.)
Parthenon; Eski Yunan'da kentin koruyucusu Tanrıça Athena'nın dev sütunlarla çevrili, dikdörtgen şeklindeki baş tapınağı. MÖ 5. YY.da Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapılan Bizans döneminde kilise, Osmanlı döneminde konut olarak kullanılan Erekktheion, Athena-Nike Tapınağı ve diğerleri. Uzun yıllardır süren restorasyon çalışmalarının on yıl sonra bitmesi hedefleniyor.
Denizden 150 metre yükseklikte Akrapolis’te, kum fırtınasına yakalanıyoruz. Tur otobüsünde, ilkokul 4. Sınıf öğrencisi Yağız’ın Akropolis ve Yunan tanrı ve tanrıçalarına ait bildikleri hepimizi şaşırttı.
Korinth Kanalı turuna katılmayıp, Omonia Meydanına çıkan bilumum ara sokaklarda kaybolmayı tercih ediyoruz, kızçemle. Buralar İstanbul Tahtakalesi, İzmir Kemeraltısı adeta. Her şey çok tanıdık, çok bildik ve hiç yabancılık çekmiyoruz ancak kalabalıktan bunalıyoruz biraz. Yeme-içme yeri seçiminde zorlanıyoruz ve tesadüfen Yunan buzlu kahvesi frappenin en iyisine ve en ucuzuna ulaşıyoruz. Baharatçılar, mandıralar, ikinci el giysiler, uluslararası giyim markası mağazaları, unlu mamuller, tuhafiyecilerin önünden geçiyoruz, sokak aralarında gezinirken. Bu bölgedeki esnaf siesta yapmıyor. Her şehrin delisi vardır malum; Atina’nın delisiyle tanışmak da –biraz korkuttu ama- nasip oluyor.
Ne kalır yarına bizden sonraya/Her şey binip gitmiş uçurtmalara
Bu “Atina günü”nün tarihi 17 Temmuz. Akşama –turistik olanına elbette- tavernaya gideceğiz ve bizden birinin doğum gününü kutlayacağız. Otelde biraz dinlendikten sonra, Eski Atina’nın ara sokaklarındaki tavernaya gidiyoruz. Yemek kötünün iyisi ama eğlence iyinin en iyisi. Ezgilerin çoğu tanıdık. Solist Yunancasını, bizler Türkçesini söylüyoruz şarkıların. Yunan folklorik danslarını izliyoruz çoğu kez nefesimiz tutarak. Mekan basık olunca sıkça dışarı çıkıp, kapı önündeki Gümülcineli çiçekçi kız çocuklarıyla sohbet ediyoruz. Saat ilerledikçe eğlence tavan yapıyor, hatta otobüse ve otelin önüne de taşınıyor.
Yorgunluktan uyuyamıyorum o gece. Sabah Kavala yollarına dökülüyoruz ama ilk saatler kimsenin afyonu patlamıyor. Bu uzun yol turun neşe kaynağı doktorun anlattığı fıkralarla kısalıyor bir nebze.
Kavala’da kaleyi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evini, artık otel olan imareti, su kemerini ve kale içindeki eski şehri görüyoruz ama hepimizin aklı yörenin meşhur bol bademli, pudra şekerli, gevrek ve ağızda dağılan kurabiyesinde. Alıyoruz tıkınmalık ve hediyelik. Güzel bir gecede, yakamozlar eşliğinde, salaş bir lokantada, bildik ezgileri dinleyerek hatta bazen de katılarak şahane deniz ürünleri yiyoruz.
Gümülcine’deki otele vardığımızda tek istediğimiz şey uyumak. Ve yarın çok uzun bir gün…
Telli telli telli şu telli turna/Sanma ki yaralı uçmaz bir daha
Bayramın son günü sabah 8’de yola çıktık. Aslında çile olan yolculuğu eğlenceye çevirmekle iyi ettik. Gecenin 11’inde vardık, İstanbul’a. Ve iki saat sonra da Ankara’ya yola çıktım, bitap şekilde.
Sevgili okur; yaşadıkları süreden daha kısa süre yaşayacağı, bu sürenin kalitesinin her geçen gün daha da düşeceğinin bilincinde olan ve bazı şeyleri –artık- ertelememek gerektiği amentüsüyle hareket eden “En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü”nün bir üyesi olarak bu keşif ve keyif dolu tatil yorucu olsa da bana ve kızçeme iyi geldi. En yakın zamanda sadece Selanik ve Drama’yı içeren bir gezi daha planlamaktayım; annemin ruhunu yad etmek, kendimi şad etmek için. (ŞD/AS)
* Bu yazının eksiği çok. Mesela; Yunanistan’ın hali pür melaline ilişkin not düşmedim hiç! Haddime düşmez diye düşündüğüm için. Ancak Yunanların en dar –şimdiki- zamanının, bizim -nüfusun çok büyük bir bölümünün elbette- en geniş zamanımızdan –belki de???- çok daha iyi.