İki kadına; Anam ve Mihrap’a...
Annemin dilinde her şey kendi dilindedir. Onun dünyasının sınırları kendi dilindedir de ondan...
Diyarbakır’daki gökyüzü altında kendi dilinde rüyalar görür... Kendi dilinde düşler kurar… Kendi dilinde ağlar... Kendi dilinde üzülür... Kendi dilinde güler... Kendi dilinde acısını, yasını çeker... Kendi dilinde aşiti/barış der... Kendi dilinde yürür… Kendi dilinde yorgun parmaklarıyla zafer işareti yapar iki elini havaya kaldırarak, ellerinin biri kendisi için, diğeri dönmeyeni içindir... Kendi dilinde alkışlar, bir eli kendisi için alkışlarken, bir eli de dönmeyeni içindir.
Annemin dilinde her şey kendi dilindedir...
Annemin dilinde her şey Kürtçedir... Hikâyeleri de.
Zamanın ve mekânın kıymet-i harbiyesi yoktur onun hikâyelerinde.
Var’ın Yok’tan hep habersiz, Yok’un ise Var’dan hep haberdar olduğu hikâyelerdir onunki…
Hikâyesinin nefes alması için zamanın tozunu kaldırarak anlatmaya başlar hikâyesini.
Hava açıktı. Sıcaktı. Gök maviydi. Güneş ise tam tepe noktasındaydı. Ama birazdan ilerleyecekti. Sokakları arşınlayan adam gibi.
Otuzlu yaşlarındaydı. Ne uzundu ne de kısaydı. Anası, “boyun boyuna benzerdi, dayının” der dururdu. Sakalları uzamıştı. Saçları gibi. Sırtındaydı çantası. Günlerdir. Arkadaşları ona “kaplumbağa gibisin böyle” derdi. Hikâye adam olurdu onlara.
Çantasında evini taşıyordu. “Kaplumbağa gibisin” sözü yüzünde gülümseme oldu. Gülümserken lisedeki matematik öğretmenini hatırladı. Hatırladığı, öğretmeninin “gamzelerin var, gül” sözleriydi. Elleriyle yüzünde gamzelerini aradı. Ama bulamadı. Üzüldü. Gülümsemesi gitti. Giden gülümsemesinin ardından gitmek istedi. Gidemedi. Sokağa döndü.
Açtı. En son ne zaman yemek yediğini hatırlamak istedi. Hatırlayamadı. Midesindeki açlık sesini duydu. Ellerini cebine götürdü. Parmakları cebinde bir şeyleri sayıyordu. Ellerini cebinden çıkardı. Cebinden çıkarırken ellerini, demir para yere düştü. Paraya baktı. Demir paranın ayaklara çarpmadan yuvarlana yuvarlana sokağın sonundaki su birikintinin içine düşüşünü seyretti.
Etrafına baktı, paranın düşüşünü gören olmuş mudur, diye. Baktı, baktı, baktı ha babam baktı. Baktığı yerde, berber çırağıyla göz göze geldi. Çırak, “git al” dercesine gülümsedi. Çırağın gülümsemesinin kendisine geçmesini istedi. Gülümsedi. Ellerini yüzüne götürdü, gamzelerini aradı. Ama bulamadı.
Bir adım attı… Bir adım daha attı. Dahasının dahasını attı... Adımları birken birçok oldu. Çok olan adımlarıyla vardı su birikintisine. Döndü, berber çırağını aradı gözleriyle. Gülümsemek istedi ona. Bulamadı. İçinden “ey hayat...” dedi devamını getiremedi. Döndü, su birikintisine eğildi. Suda yüzünü gördü. Gülümsedi. Ellerini yüzüne götürdü, gamzelerini aradı. Ama yine bulamadı. Suyun içindeki parasını aldı, caddeye döndü.
Hava açıktı ve sıcaktı. Gök maviydi, güneş ise yol alıyordu batmaya doğru.
Kalabalıktı cadde. Ne yana baksan insan, ne yöne dönsen insandı cadde. Milyon insan. Milyon ayak, el, kulak ve göz. Herkes kendisineydi sanki. Herkes kimseydi sanki burada. Çarpıyordu, eller, kollar, ayaklar, yüzler, gözler, bedenler birbirine.
Duvar dibinden yürüyordu, kimselere çarpmamak için. Ama çarpıyordu, eli, kolu, ayağı, yüzü, gözü, bedeni bedenlere.
Duvar boyu yürüdü. Duvar boyu çarptı insanlara. Açlığının sesi, bastırmıştı caddenin uğultusunu.
Caddenin ortasına açlığıyla vardığında oturan kadınlar gördü. Açlığının sesiyle caddenin uğultusu fotoğraflarla örtülmüştü. Konuşamayan, yürüyemeyen, gülemeyen, sevemeyen, sarılamayan, susayamayan, acıkamayan, mezarları belli olmayan, hiç olmamış gibi olan fotoğraflardı.
Fotoğrafları tutan kadınlara baktı. Öylece oturdukları yerlerinden elleri, yüzleri, gözleri, bakışları ellerinde tuttuğu fotoğraftakine benzeyen yüzlere bakıyorlardı. Öylece bakıyorlardı. Öylece baktı. Yanlarına gidip ellerini tutmak istedi. Gidemedi. Gidemediği uzaklardaki anasını düşündü. Belki bir gün gelir, evinin yolunu bulur diye, evinin yolunu değiştirmeyen, hep yol bekleyen, bekleyecek olan, bakışlarını alıp da ötelere, en ötelere, dönemeyenine ulaştırmak isteyen anasını düşündü. Gözlerinden birkaç damla yaş düştü yanaklarından aşağılara doğru. Yüzündeki yaşları silmek için ellerini yüzüne götürünce gamzelerini buldu.
Hava açıktı ve sıcaktı. Gök maviye çalıyordu, güneş ise batmaya yaklaşıyordu… Adam, milyon ayak, el, kulak ve göz arasında kayboldu.
* Roja ziman ê dayikê li me hemû ya piroz be / Anadil Günü kutlu olsun hepimize... (KT/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat