‘Emine’ Sevgi Özdamar’ın Türkçeye ilk kez çevrilen kitabı Annedili, ilk yayımlandığı yıl olan 1990 yılından daha öncelere sesleniyor. Annedili, şüphesiz 1990 yılından bir esintiyi uçurup getiriyor, ancak gelin görün ki, dil öyle de bir şey değil. Kitabı okurken, sayısız dille tebelleş oluşla kelimeler içine sığamaz öyküler beliriveriyor.
Öykülerindeki esrar, hayatın gerçek yüzü kadar tanıdık. Okuyucuya daveti de her ne yaşıyorsak ortak tanıklığımızın ne denli absürd bir deneyim olduğu.
Yazar, sorumluluğu tam da bize teslim edilmeyen hayatlarımızın bir yığın, yekûn olarak bıraktığı ağırlıkla bizleri yüzleştiriyor. Kelimelerin belirleyici olduğu kadar körleştiren, sırlayan gücü önünde eğilmemizi ister gibi dilin başka bir şey olduğunu söylemeye niyetleniyor, dili döndüğünce.
1965 yılında ilk kez misafir işçi olarak Almanya’ya giden yazar, gerçekten Türkçe düşünüp Almanca mı yazıyor? Annedili eserinde kaybettiği dilin arayışına yine annesi çıkıp cevap verebiliyor: “Bildiğin gibi değil, her şey tastamam anlatılmıyor… Saçlarının yarısı Almanya’da.”
Saçının yarısı Almanya’da ise kadın sadece iyi öğrendiği bir yabancı dille nasıl anlatır, nasıl söver, över? Dil, gerçekten de yazarın dediği gibi “kemiksiz” mi? Peki ya, dili ne kadar döndürdüğün kadarsa anlattıkların, ya sonrası? Burada çıkıp geliyor anladığını hatırlama çabası… Anladığın yok da, belki hatırladıklarından ibaret anlayış, aşinalık vs... Annedili’nde döndüremediğin bir yaşanmışlığı dinlemeye koyuluyor gibisin. Öyle ki, saçlarımızın yarısının nerede olup olmadığı önemini yitiriyor. Yazar, unuttuğu kadar hatırladıklarıyla saçlarımızı topluyor. Hikaye öyle “yarım ağızla” anlatılmaz derken de “görmek, kaza geçirmek, İŞÇİ” diye kulağımıza fısıldıyor.
Tam nereden bu ses dediğinizde bir hapishane bahçesini, göçmen işçiyi aynı uzama çoktan yerleştirmiş oluyorsunuz. Öyle parçalı ki tüm yerler, zamanlar, hikâyeler hiç tamamlanmayacak.
Yazar, ‘Annedili’ndeki üç kelimeyle ‘dededili’nin zenginliğine uzanırken, aşkı anlatacak kelimelerin çocukluğuna rastlar. Yazarla birlikte hakikat, hayal arasında gidip gelirken kelime toplayarak yol aldığımızı hatırlatır hayat.
Sahne gibidir öykülerinde hayat. Ortaoyunu, gölge oyunu öylesine biçimlendirir ki kurguyu, herkes gittiğinde öykü parçalanarak yaşamaya devam edecek gibidir, herkeste kalanıyla.
“Hava Karardı, Hava Aydınlandı” ile aşina olduğumuz bir deneyimi anlatıyor gibidir. Ya tiyatro perdesinin kanatlarında yaşam ya da gölge oyunlarında, ama hep bildiğimiz gibi, tanıdık. Almanya’ya göçen “işçi kardeş” tek göz odada, memleket hasretli, zor yaşarken öğrendiği kelimeler kadar sorumlu gibi gurbetten. Sınır kapısından gidenin de dönenin de arkasından bakanlarladır ya biraz da hayat. Böyleyken de gurbet ve sıla birbirinin üzerine katlanmaya devam edecek gibidir. Hayat da katlanmaya dair değil midir ki zaten?
Bu istif, yazarın öykülerinin arasındaki öyle bir katmandır ki, “Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri” kadar ciddi bir iş olur çıkar? Yazarın da dediği gibi “Kadın orayı temizlemezse başka ne iş yapabilir ki?” Kaçımızın sorduğu sorudur kendisine kimbilir? Temizlikçi kadın Ofelya olarak kendi ülkesinde boğulan, Almanya’da yeniden dünyaya gelendir. Sonrası malum, olmak için ölmek lazım değil midir? Ya da “Hamlet’i oynamak isteyen ve oynaması gereken bir adamın eski bir cesedi” olarak kimsenin fark etmeyeceği bir hayalin peşinde paklamak her yeri.
Kadın olarak katlanmışken hayat üstüne üstüne, “tren penceresinden görülen güzellikler” kadar apansızdır bu düşün kendisi de. Sahnenin her gün cilalanması kadar gerçektir, onun paklayarak ilerlettiği kariyeri.
Öyküler, ömür gibi akar giderken Al(a)manya anılarında bölünen bir gerçeklik yok, parçalanan hayaller vardır. Gerçek öylesine yekpare, ufalanmaz haldedir ki, “bir baykuşun ötüşü” kadar keskin ve tetiktedir. (YGY/YY)
Annedili, ‘Emine’ Sevgi Özdamar, Çev. Fikret Doğan, İletişim Yayınları, 2013, 103 sayfa.