Bir gün bir baba ve oğlu yolda yürürlerken, yolun kenarında yüz üstü hareketsiz yatan bir adama denk gelmişler. Baba, yerde yatan adamı omzundan kavrayıp sırt üstü pozisyona getirdikten sonra nefes alıp almadığını kontrol etmiş. Yerde yatan adamın öldüğünü anlayan baba oğul, adamın kim olduğunu anlamak için ceplerini yoklamışlar. Oğul, ölü adamın cebinde bir kuru soğan bulmuş. Baba, bir soğana bir de adama bakmış ve şaşkınlık içinde; “Allah Allah! Soğanı da var, niye ölmüş ki?” diye sormuş.
Parçası olduğum Zaza-Kürt toplumu içinde soğan neredeyse yarı tanrı mertebesinde. Kurusuyla, tazesiyle hemen her öğünün olmazsa olmazı. Benim için de öyle. Hatta biraz ileri gidecek olursam, soğan sevmeyen insanlarla kimyam pek uyuşmaz genelde. Soğan başımızın tacı. İyi hoş da soğan dediğin sadece bir sebze. Tarifler neler diye biraz düşünüyorum; Zerfet, Patilla, Haşıl ve Birane’den başka aklıma hiçbir şey gelmiyor. Ee, bu kadar mı yani? Kendi aidiyetimin mutfağına dair bildiğim sadece dört tarif mi var? Boşnak ya da Çerkes mutfağından bildiğin tarifleri say dese biri, oradaki sayı da benzer olurdu. Üstelik hadi bu saydığım tarifleri pişireyim desem, Zerfet hariç her birinde çuvallayacağıma da maalesef eminim. Bu saydığım tarifler Muş’un Varto ilçesinden. Rakım 1.519, yani hava Rusya’dan hallice. Doğal olarak renkli sebze-meyvelerin varlığı son derece az. Bahar ve yaz aylarında dağlardan ve çayırlardan toplanan şifalı aromatik bitkileri saymazsak et, süt ürünleri ve tahıldan başka pek bir seçenek yok. Tipik bir “beyaz mutfak” tanımı. Urfa’da, Batman’da ya da Gaziantep’te pişen Kürt yemeği ile Kars’ta pişen Kürt yemeğinin tadı elbette aynı olmayacak. Manisa’da pişen bir Türk yemeğinin Konya’dakiyle aynı olmayacağı gibi. Başta iklim şartları olmak üzere, bölgenin ekonomisi, tarihi, orada yaşayan halkların çeşitliliği, inançlar ve hatta politik kodlar, o bölgenin mutfağını belirleyen temel unsurların başında geliyor.
“Kürt Mutfağında Ne Pişiyor?” diye genel bir soru ile soruyorum kendime. Tarih boyunca dört ülkede varlığını sürdürmüş kadim bir halkın mutfağına, yani kendi mutfağıma dair bildiklerim son derece sınırlı. Ne yazık ki bu alandaki kaynaklar da son derece sınırlı. Sorularıma cevap niyetine, Ayşe Kudat imzalı “Kürt Mutfağında Ne Pişiyor?” isimli kitabı 2010 yılında çıkar çıkmaz alıp okumuştum. Hatta geçtiğimiz kış kitabı tekrar elime alıp kurcaladım. Kitaptan aklımda kalan, beni etkileyecek tek bir tarif yok çünkü yazar tariflerdense bölge insanın yaşadığı acılara odaklanmış. Bölge insanın daha doğrusu kendi ulusumun yaşadığı ve hâlâ yaşamaya devam ettiği acılar koca bir gerçek. İyi de bütün acılarımıza rağmen bizi biz yapan kültürel mirasımızı öğrenme ihtiyacımız ne olacak? O tariflerin nasıl ortaya çıktığı, tariflerin içindeki malzemelerin bölge içindeki değeri, o tarifleri kimlerin, hangi sofralarda, nasıl yedikleri ve bugüne nasıl ulaştıkları. Bunları bilmeden bir mutfağı, dolayısıyla o toplumu gerçek anlamda anlama şansım çok az. Bu, salt bir öğrenme merakının ötesinde, köklerini arama ve aidiyetini anlama çabasıdır. Yani, insanın anlam arayışının ta kendisidir. Bu merak ya da anlam arama yolculuğuma, okumakta fazlaca geç kaldığım, yazar Cemşid Bender’in 2003 yılında yayınlanan “Kürt Mutfak Kültürü ve Kürt Yemekleri” isimli kitabı ile devam edeceğim. Umarım aradığım lezzeti bulabilirim.
Tüm bu sorularımı şimdinin en önemli kavramlarından biri olmasına rağmen, markaların pazarlama kampanyalarının havalı oyuncağına dönmüş “sürdürülebilirlik” kavramı başlığı altında soruyorum. Sürdürülebilir mutfaklar çok büyük oranda atıksız mutfak başlığı altında önümüze çıkıyor. Köyde ya da çiftlikte yaşamıyorsanız yüzde 100 atıksız bir mutfak yaratmak her ne kadar pek gerçekçi görünmese de, ciddi bir gereklilik. Yüzde 80’e bile razıyız. Oysa insanın bedensel sağlığı ve ruh halinin iyiliği de doğanın kendisi gibi, sürdürülebilir olmaya muhtaç. Atıksız bir mutfağın varlığı ne kadar önemliyse, aidiyetine yakın bir mutfağın varlığı da bir o kadar önemlidir. Annem çocukluğumdan bu yana mutfağa giren temel besin malzemelerinin kendi memleketinden getirilmesine çok önem verdi. Çocukluk ve ergenlik yıllarımda bu alışkanlıkla çok dalga geçerdim. Ağır kokulu peynirler, neredeyse bıçakla kesilecek kıvamda yoğurtlar, yağlı etler… İstisnasız her şeyin Avrupai olması gerektiğine inandığım ergenlik yaşlarım. O yıllarda belli bir süreye kadar bu temel besin malzemeleri Varto’daki köyümüzde, kendi hayvanlarımızın etinden-sütünden babaannem tarafından işlenip İzmir’deki evimize gönderiliyordu. Sonrasında annem, babaanneminkine yakın kalitede üretim yapan başka evlerden sipariş vermeye devam etti. Bunun sebebi memleket hasreti ya da o tatları özleminin çok ötesinde, çok daha bilgice bir duruş aslında. “Blue Zone”* yani Mavi Bölge tanımı bunun en güzel açıklaması. Mavi Bölge; insan ömrünün dünyadaki ortalama yaşam süresinden uzun olduğu 5 ülkede ve 5 bölgeyi kapsıyor. Mavi Bölge’deki her bir bölge insanın yemekle ilgili temel bir ortak özelliği var; kendi coğrafyasında, bölgesinde yetişen ürünleri tüketmek. Buradan kendimce şöyle bir çıkarım yapıyorum; kendi geleneğimizden tatları sadece damağımız değil, DNA’mız da ister.
Anneannem bu diyardan göçüp gideli 13 yıl olmuş. 13 yıldır yaşadığım büyük özlemin yanında koca bir pişmanlığım var. Pişirdiği bereketli ve bol lezzetli yemeklerin ötesinde, anneannem gerçek bir bilge şifacıydı. Kendi köyünden topladığı şifalı otları tertemiz kalbinden geçen güzel dileklerle kendince bir araya getirir ve hiçbir karşılık istemeden ihtiyacı olana sunardı. Ne pişirdiği o güzel yemekleri ne de hazırladığı o şifalı karışımların hiçbirini bir deftere yazdık. Ne ben ne annem ne teyzelerim ne de kuzenlerim, hiçbirimiz bunu akıl edememiştik. Daha doğrusu onu bu kadar erken yaşta kaybedebileceğimizi düşünmemiştik. Onunla birlikte hafızamızdan da bir parça eksilip gitti.
Kürtçenin bir diyalektiği olan, kendi anadilim Zazakiyi (Zazaca) iyi derecede bilmediğim için çok hayıflanırım. Seçim benim olsa İzmir’de değil de Varto’da doğmuş olmayı tercih ederdim. Rüyalarımı sadece Türkçe değil, Zazaki dilinde de görmek beni şimdi olduğumdan çok daha sınırsız bir alana taşırdı eminim. Bu hayıflanmalarım Türk arkadaşlarımın birçoğunda genellikle şöyle karşılık bulur; “Yıl olmuş iki bin yirmiler. Çok da üzülme dilini bilmiyorsun diye. Kaç kişi konuşuyor, ne işine yarayacak ki zaten? Yani yanlış anlama tabii, diline karşı geliyormuşum gibi algılama beni. Bana kalsa Türkçe bile konuşmasak olur. Herkesin sadece İngilizce konuşmasını tercih ederdim.” Yorum yapmayacağım. Kürtçe halayları, Kürtçe yazıları ve Kürtçeye dair ne varsa yasaklamakla meşgul olan Türk devleti, anlaşılan yakın zamanda kendi dilini korumak zorunda kalacağı gerçeği ile karşı karşıya kalacak. Yeryüzünde hiçbir dilin UNESCO koruması muhtaciyetine kalmamasını dilerim. Ne Kürtçenin, ne Türkçenin, ne de başka her hangi bir dilin. Yok olan ya da yok olmakta olan her bir dil ve kültür, buzulların erimesiyle eş değer bir hüzne sahip olmalı.
Henüz Keledoş ya da Mumbar Dolması yemeği pişirdiği için hapse atılan bir Kürt duymadım. Varsa da şaşırmam, olsa olsa saçmalığın seviyesine koca bir kahkaha patlatırım. Çareyi kendimce mutfağı yaşatmakta bulabilirim ancak. Beraber yenen bir tencere yemeğin insanların birbirini anlamasında İngilizce’den ya da herhangi bir dilden çok daha güçlü bir etkiye sahip olduğuna inanıyorum.
Artık Kürtler ve Kürtler gibi kültürlerini sözlü olarak aktaran toplulukların geleneklerini çok daha fazla yazmaya ihtiyacı var. Gelgelelim böylesine tek tipleşmeye evrilen bir dünyada birçok ulus artık benzer bir kaderi yaşıyor. Abhaz, Arnavut, Laz, Pomak, Süryani fark etmeksizin her ulusun anneannesine sıkı sıkı sarılmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. “Bir yazar buluruz, aradığımız ne varsa bir kitapta toplamıştır, biz de açar okuruz” diye düşünüyorsanız yanılırsınız. Şimdilerde anladığım, herkes kendi aile tarihinden mesuldür. O aileler koca bir kültürü var eder. Anneannelerinize sımsıkı sarılın, işe yarar yaramaz diye ayırt etmeden her tarifini, her anısını, sözünü kaydedin, yazın. Yarın ölecekmiş gibi.
(KA/RT)