Annemden söz etmeye nereden başlayacağım, benim hemen bütün arkadaşlarım annemi tanırlar, içlerinden özellikle bir kaçı (Nadire, Jülide) “Annendeki asalet yok sende,” derler. “sen kime çekmişsin!” Belki bu önemli özelliktir.
Bakımevinde öz bakımını yapamaz haldeyken, her sabah makyajını yapıp, onu en istenmeyecek durumda gören insanlarla her zamanki nazik, ölçülü ilişkisini sürdüren, her aradığımda telefon ettiğim için teşekkür eden annemin hayatta kalma yordamı aynı zamanda.
Çok ölüm görmüş bizim kuşağın ölümle ilişkisi farklıdır. Bizim ölülerimiz bir kere ölmezler, biz onların yakasını bırakana kadar ölüp dururlar. Yüzleşilmemiş hesabı sorulmamış 12 Eylül ölülerinin mezarları bile sahiciliğini yitirmiştir. Orada birilerinin kemikleri vardır, ama ölüler bizim içimizdedir.
Mezarlık başında yapılan anmaların kendimizi ölenlerin öldüğüne ikna etmeye çalışmamızdan başka anlamı yoktur. Ne var ki bu da gerçekleşmez.
Annemin ölüm haberini aldığım andan itibaren aslında ölmediği, her an dirilebileceği, huzurevinden kalbinin yeniden çalışmaya başladığını haber veren bir telefon alacağıma dair bir duyguyla yaşıyorum, annemin ölü bedeninin anlamını bilmediğim, belki birileri için kıymetli ve gerekli olan dualarla yıkanıp paklanmasını izledim, mezarına toprak atılmasını da.
O duygudan kurtuldun mu derseniz, hayır. Kurtulamayacağımı zaten biliyorum. Behçet’in,( Dinlerer) bir gün çıkıp geleceğine olan inancım nasıl sürüyorsa, bu da sürecek. Böyle bir şeyin olmayacağını aklımla bileceğim ama yine de bekleyeceğim. Bunun bana özgü olmadığını hissettiğim için yazıyorum.
Gençken ölümle adeta alay etmiş bir kuşak olarak, ölüm bizim için belli bir zaman diliminde yeni, sarsılmaz bir anlam kazandı ve bunu ömrümüzce taşıyacağız.
Annem deyince aklıma yine 12 eylül hikâyeleri geliyor. Diyorum ya bizim kuşağa 12 Eylül’den kurtuluş yok.
Bizim illegal hayatımızı sanki çok normal bir şeymiş gibi kabul edip, bütün kurallarımıza uyan, isim sormamayı, neredeydin diye sormamayı çabucak öğrenen, bunu güvenlik nedeniyle değil, kızının hayatında uyulması gerekli bir tür görgü kuralına dönüştürerek uygulayan bir kadındı annem.
Yıllar önce yatağımın baş ucuna oturup “kızım gizli örgüte mi üye oldun” diye sorarken hatırlıyorum onu, yumuşacık bir sesle. Karşısında taştan bir duvar vardı ama.
Bizim ailede öyle büyük zenginlik falan olmadığından eğitim çok önemlidir. Ben işleri iyice azıtıp, okul (ODTÜ) tehlikeye girince amcamın da desteğiyle beni İngiltere’de okutmaya karar vermişler.
Biz o arada Behçet’le benim boynumdaki minik altın kolyeyi satarak aldığımız yüzüklerle kendi aramızda nişanlanmıştık.
Ankara’dan İstanbul’a döndüğümde o yüzüğü saklayarak eve gittim. Annem okuluma İngilterede devam edeceğimi, okulumu bitir bitirmez yine solculuk yapabileceğimi ve tabii Behçet’le evlenebileceğimi söyledi. Ben tamam deyip evden ayrıldım, gidiş o gidiş, Behçet’le hemen evlendik.
Bir iki yıl sonra annem nasıl olduysa bizim Ankara’nın bir gecekondu mahallesindeki evimizi bulmuş. Babam ve annem özellikle babam o zaman arkadaşlarımızı tanır, bizi görmek istediklerinde TMMOB’deki toplantılara gidip ön sıraya oturur, bizi soruştururlardı. Ankara’ya geldiklerinden bizim öyle haberimiz olurdu.
Sevgili Akın abimin “Ayşegül baban gelmiş ilgilenin” sözleri bu gün bile kulağımda. Neyse annem evi bulmuş, tek katlı gecekonduyu görünce “benim kızım İngiltere’de okuyacaktı, gecekondu da mı oturuyor” diye ağlamış. Mahallede biz örgütlüydük, kadınlar annemin şık kıyafetleri ve herhalde o kibar konuşmasından dolayı epey sinmişler.
Yıllar sonra o kadınlardan biriyle buluştuğumda, bana bu hikâyeyi anlattı. Ben de evi nereden bulmuş dedim. Kadın dedi ki “o zaman da aynı şeyi söylemiştin”
Babam bizim siyasi işlerimize pek meraklıydı, bize katılmak istiyordu. Silahlı illegal hareketiz olur mu, olmaz. Devrimci Yol dergilerini de takip eder, Dev Solculardan “askıcılar” diye söz ederdi. Bizden yüz bulamayınca Dev Solcu’larla ilişki kurmuş.
Teyzemin Kanada’dan maketini gönderdiği ama büyük ölçüde kendi icadı olan bir makineyle dikişsiz sutyen basıyor, işçilerin hepsi Dev Solcu. Olay bizim evin bodrumunda cereyan ediyor. Annem onlara yemek pişiriyor. Hiç şüphe yok ki arkadaşlar orasını başka amaçlarla da kullanıyor.
Bir gün polis basıyor. Dev Sol’un merkez komite üyelerinden biri kaçıp bizim eve saklanıyor. Annem arkadaşın saklandığı odanın kapısının önüne geçip, “Burası benim yatak odam içeri giremezsiniz,” diyerek polisi püskürtüyor. 12 Eylül kim bilir böyle ne hikâyelerle doludur. Biz durumu öğrenince en yukarıdan Dev Sol'a haber saldık, “çekin adamlarınızı” diye. Sutyen macerası öyle bitti.
Bizim evimize bir sürü eşya da almışlardı ama hepsini dağıttık. En son Adana’ya giderken çocuk da doğacak diye buzdolabını götürmek istediğimde sevgili Behçet, buzdolabınla dağa mı çıkacaksın diye ne çıkıştı bana sormayın. Sonra Adana’da bizim basılan evde polisler buzdolabının fişini çekmiş sırf pislik olsun diye, kurtlanmıştı her şey.
Laf lafı açıyor gibi, Kürdistan’la da annem sayesinde tanıştık. Annemin annesiyle babası annem yedi yaşındayken ayrılmışlar. Annem ilkokulu yatılı okulda okumuş. Sonra büyük anneannem Üsküdar Amerikan kolejine kaydını yaptırmışken dedem onu alıp Kürdistan’ götürmüş.
Günlerce katır sırtında gitmişler. Gidilen yer dedemin paşa dövdüğü için sürüldüğü Beytüşşebap. Dedem askerlik şubesi reisi. Bitler, ayı yavruları, tilki yavruları, anneme sahip çıkmaya çalışan Kürt kadınları. 4 saat at sırtında tek başına giden zoma, Kürdistan hikayelerini dinlemeye bayılırdık.
Şermin hanım için
Fonda annemin çok sevdiği operalar çalardı. Kürt kadınlarından bahsederdi, çok güzel kadınlar olduklarından, uzun saçlarını bitleri dökmek için güneşte taradıklarından. Halam yan daireden anneme kuyruklu Kürt diye bağırırdı bazen. Annem Kürdistan dönüşü, Kandilli Kız lisesinde yatılı olarak okumuş. Orada da dersleri kaynatmak istediklerinde annem başlarmış Kürdistan anlatmaya.
Sonra ben bu hikâyeyi Özgür Gündem’e yazdım. Yazı hakkında dava açıldı, o zaman şimdi zaman zaman özlediğim DGM’ler vardı. Mahkemede hâkim, “Sen edebiyat yoluyla terör propagandası yapıyorsun,” diye azarladı beni, “ben oralara gittim hiç öyle kadınlar yok”. Dedim ya bazen özleyesi geliyor insanın DGM’leri.
Bizim kuşakta hikaye çok ama bitireyim, tek maaşlı evlerine koca pinpon masası koydukları, eşya yerine plak, kitap, ansiklopedi aldıkları, bizi dinsiz yetiştirdikleri, yatak odamıza bile pikap koyup gece bize müzik dinlettikleri için, kimseyle ilgili kötü bir söz söylediklerini, ayrımcılık yaptıklarını duymadığım için minnettarım annemle babama.
Cumhuriyet gazetesi alırlardı. Annem siyasi görüşünü öyle açık açık ortaya koymazdı, ama hepsi sağcı olan akrabalarına bütün o nezaketiyle “Muhalefet etmek de yurttaşlık görevidir” diyebildiği için de hayranım ona.
Annem çok mesafeli bir insandı, bize bir kere bile sarılmadı bense, kurban olayım falan diye sarılmalara meraklıydım. Bir tek ikimizin bildiği hiç konuşmadığımız, konuşamadan öleceğini bildiğim sırlar vardı aramızda. Ölürken başında olmayı ve bakışlarımızla olsun babasıyla yaşadıklarını bildiğimi benim dedemle aynı şeyleri yaşadığımı konuşabilmeyi çok isterdim.
Olmadı. (AD/APK)