Birleşmiş Milletler’in (BM) 2012 yılında aldığı bir kararla, kız çocuklarının cinsiyetlerinden ötürü maruz kaldıkları ayrımcılık konusunda farkındalığın artırılması için 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü ilan edildi.
BM 1981'de ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'ni (CEDAW), 1 Ağustos 2014’te Türkiye’de resmen yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeleri de imzalamıştı. Ama sorunların kökten çözümü için kayda değer bir ilerleme kaydedildi mi?
11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü, her yıl olduğu gibi bu yıl da dünyanın her yerinde resmi ideolojinin gölgesinde kutlama havasında çeşitli etkinliklerle anılacak.
Ancak somut sonuçları hemen görülmese de kız çocuklarının bilinçlendirilmesi açısından bu etkinlikleri hafife almak doğru olmaz.
Nitekim 20 Mart 2021’de Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini duyurması da hatadır.
Kadınlar, çocuk yaşta cinsiyet ayrımcılığıyla karşılaşıyorlar. Milyonlarca kız çocuğu daha oyun çağındayken sanki yetişkinmiş gibi ucuz emek gücü olarak görülüyor; aile içinde ev işleri ve çocuk bakımından sorumlu tutuluyor; beterin beteri erken evliliğe ve anne olmaya yönlendiriliyorlar.
Kız çocuğu olmak bu mudur? Dünya susuyor. Üstelik yaşları nedeniyle cinsiyet ayrımcılığına, şiddete en açık kesim kız çocukları.
Ama dünyanın bugünkü siyasal ikliminde kadın sorunları genel tarafından yutuluyor.
"Üzüm üzüme baka baka kararır" hesabı, dünya devletleri siyasi hesapları peşinde, neoliberal politikalarla cebelleşirken, ağız birliği etmişcesine kolay lokma olarak gördükleri kadınlara daha küçücükken kancayı takıyorlar.
Uzağa gitmeye gerek yok, örneğin bizde ‘karma eğitim’den kız öğrencileri dışlamak da ne demek? Devlet bu tür uygulamalarıyla kız çocuğuna bakışını ortaya koyuyor; belli ki bunun devamı da gelecektir.
Hak aramanın yoluysa “eşit yurttaşlık” hakkına direnmekten geçer. Kitap okumaya zaman ayırmak, bunun ilk adımıdır . Düşünsel merak kitaplarla filizlenir. 11 Ekim anma etkinliklerinde ebeveyn ve eğitimciler olarak bize düşen kız ve erkek çocuklarımızı kendilerini tanımalarına yardımcı olabilecek kitaplarla buluşturmaktır.
Öyle kitaplar vardır ki, satırların altı kalemle çizilerek okunmayı hak eder. İşte günümüz okurunun da dikkatinden kaçmayan “Anna Frank’ın Hatıra Defteri” (1) Nazi dönemine ait bir belgedir ama (2) “ edebiyat dünyasında da yankı uyandırması , aynı zamanda ‘söz’ün gücünü göstermesi açısından yazılı anlatımın zaferidir.’
Anna’ya saklandığı yerde olup bitenleri hatıra defterine kaydetme kararını aldıran, sürgündeki Hollanda eğitim bakanının Londra radyosunda yaptığı konuşmada, “Hollanda halkı Alman işgali sırasında çektikleri acıları kaydedip, biriktirip savaştan sonra yayınlamak zorundadır.” sözleridir. Anna, 13- 15 yaşları arasında ( 12.6.1942- 1.8.1944 ) tuttuğu ve kız arkadaşım “Kitty” dediği hatıra defterine savaşın dehşetini çocuk gözüyle kaydetmişti. Bunda zor koşullara karşın yaşamdan kopmamasının rolü büyüktü.
Bol bol kitap okur, radyoda haberleri dinler, büyüklerin siyaset hakkındaki konuşmalarına kulak verir; bu arada jimnastiğini yapmayı ihmal etmez, akranı olan Peter’le görüşmeye de zaman ayırırdı.
Gerçeğin peşinde oluşu bireyselliğini geliştirmişti. Okuduklarından yararlanarak ve kendi deneyimlerinden yola çıkarak, verili ahlaki değerleri, cinsellik tabusunu, her türden ayrımcılığı, kadın sorunlarını sorgular, bu konuları Peter’le tartışırdı.
Öte yandan “cici kız” değildi, sırasında ‘arka ev’dekilerle sert tartışmalar yapar , annesine ve ablasına cephe almaktan bile çekinmezdi. Ama asıl hedefinden şaşmaz, insanların bireyselliğini yok etmeye niyetli Nazi yönetimine kalemiyle direnmekten vazgeçmezdi.
İki yıl arka evde onca insanın tutsak hayatı yaşaması , dile kolay! Yaşananlar Anna’yı da etkiliyordu. Gülmeye hasret kalmıştı: “Şöyle katıla katıla gülmek ne güzel olurdu” diyerek iç çekerdi.
Yazdıkları arasında günümüzde de geçerli olan öyle saptamaları var ki. Örneğin, “radyo, bu korkunç kukla tiyatrosunu bize aynan duyuruyordu” der.
Toplumsal duyarlılığının nasıl geliştiği her yazısında kendini belli ediyordu. Öldükten sonra da yaşamak için yazar olmayı düşlüyor; yalnızca kendisinin değil, herkesin mutlu olmasını istiyordu.
Yaşama bağlılığının nişanesi, arka evin tavan arasından “masmavi olan gökyüzünü , dallarında küçük damlalar parlayan, çıplak kestane ağacıydı” onu izlemekten haz alırdı.
Ve iki yıl sonra Anna’nın hatıra defteri bir daha açılmamak üzere kapanır.
Şubat 1945'te Auschwitz’deki toplama kampında sefalete dayanamayıp yaşamını yitirdiğinde Anna’dan geriye onu öldükten sonra da yaşatacak hatıra defteri ve arka evden tek görebildiği kestane ağacının anısını kaldı.
90. doğum günü anısına 12 Haziran 2019 yılında Newyork’ta Birleşmiş Milletler bahçesine kestane ağacıyla birlikte bir plaket dikildi.
(TT/EMK)
Dipnot
1 ) Anna Frank Almanya’da yaşayan Yahudi bir ailenin çocuğudur. Nazi rejiminden kaçan aile , 1940 yılında dostlarıyla birlikte, Amsterdam’da baba Otto’nun ofisinin gizli bir bölmesindeki ‘arka ev’e saklanırlar. İki yıl orada kaldıktan sonra yakalanıp toplama kampına gönderilirler. İnsanı hayvan derecesine indirgeyen bu kamplar , “ yaşayan bir kadavralar fabrikası üretmiştir.” (Hanna Arendt) Kamptan yalnızca Otto Frank sağ çıkabilmiş, kızının hatıra defteri de onun çabasıyla yok olmaktan kurtulmuştur.
2) “Anna Frank’ın Hatıra Defteri” Neden Hâlâ Okur Bulabiliyor? Tülin Tankut, 3. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu; Sempozyum kitabı, sf. 1183