''Kürt Kadınlarının Penceresinden/ Resmi Kimlik Politikaları, Milliyetçilik, Barış Mücadelesi'' Handan Çağlayan'ın üçüncü kitabı. İletişim Yayınları'ndan yeni çıktı; Roza'ya ve kız kardeşlerine...
Çağlayan, önsözde Cynthia Enloe'nun ''feminist merakla basit sorular sormanın ve hayret etmenin önemi''ne çektiği dikkate değiniyor. Sonra da, ''elinizdeki kitap, resmi kimlik politikalarına, milliyetçiliğe, militarizme ve barış mücadelesine böylesi bir merakla bakma çabasının ürünü olan makalelerden oluşuyor'' diyor.
Kitapta, çoğu 2006-2011 yıllarında yapılan yayınlara ve çeşitli konferanslardaki sunumlara dayanan 13 metin yer alıyor: Annelerin acısı üzerinden barış, ÇÖzüm ssürecinde toplumsal cinsiyet perspektiflerinden bakmak, Mardin katliamı neyin ''töre''si, kadın katliamına milliueyçi prizmadan bakmak, ''Doğu kadını''-''Kurban kadın''-''Özgür kadın'', Olağanüstü intiharlar, Kürt kadınlar açısından ifade özgürlüğü, Esma Ocak'la unutmak ve hatırlamak üzerine, Bülent Ersoy'un affedilmez kabahati, Anne öocuk ilişkisi üzerinden milli politika üretmek, TBMM'nde cinsiyet kompozisyonu açısından aykırı bir örnek: DTP/BDP ve % 40 cinsiyet kotası ve ardındaki dinamikler, Bacağını kırmak ile Bıyık, Türban, Puşi.
Kitaptan ''Anne Çocuk İlişkisi Üzerinden Milli Politika Üretmek'' makalesini aynen yayımlıyoruz.
Anne Çocuk İlişkisi Üzerinden Milli Politika Üretmek
Kadınlar sadece doğurganlıklarıyla değil, başka bir ifadeyle "milletin biyolojik yeniden üretimi" rolleri nedeniyle değil, kültürel yeniden üretimindeki rolleri nedeniyle de milliyetçi politikaların ilgi alanında bulunurlar. İlginin kaynağı, başta dil olmak üzere bir topluluğun kültürel özelliklerinin bir kısmının, çocuğun doğumundan itibaren, evde, anne ile çocuk arasındaki ilişki içinde aktarılıyor olması.
Önceki makalenin başında, milleti ayrı ve kendi içinde bütünlüklü bir topluluk olarak tahayyül ederken "biz" ve "onlar" algılarının önemine dikkat çekilmişti. Milliyetçi kurgular, "biz"in gösterenleri, yeniden üretenleri, "biz" ile "onlar" arasındaki sınır taşları olarak başrolü kadınlara veriyor.
Topluluğu ötekilerden ayıran, ayrı bir "biz" olarak tahayyülünü olanaklı kılan birçok kültürel kodun yemek, giyim, davranış tarzı, dil, masallar, oyunlar gibi aile içinde şekillenip aktarılıyor olması, milletin kültürel olarak yaşatılmasında, evi yuvaya ve ondan bağımsız düşünülemeyen kadınların ne yapıp ne yapmayacaklarını da "milli mesele" haline dönüştürüyor.
Bu da kaçınılmaz olarak kadınların ne yapıp ne yapmayacakları konusunda ailenin uyguladığı denetime, "milletin" ve çoğu durumda millet adına devletin denetimini ve tasarruflarını ekliyor.
Yeryüzündeki dillerin ve kültürlerin halihazırdaki devletlerin sayısını kat kat aşıyor olması, bu konuyu daha da çetrefilli kılabilir. Zira ulus-devletler, homojen bir millet tahayyülüne dayanadursun, egemenlik alanlarında çok dilli, çok kültürlü bir gerçeklik vardır.
Bilindiği üzere, bu durumdaki devletlerin bir kısmı, çoğul gerçekliği inkâr etmiş ve asimilasyon politikaları uygulamıştır. Bu politikalar nadiren başarılı olurken, çoğu durumda inkâr edilen, farklılığı kabul edilmeyen toplulukların direnişine ve tanınma mücadelelerine yol açmıştır.
Bu tür durumlarda, kadınların çoğunlukla hem asimilasyon politikalarının hem de asimilasyona karşı direnme politikalarının merkezinde konumlandırıldığını görmek şaşırtıcı değildir. Homojenleştirme politikası güden devletler, kültür aktarıcısı rolünden hareketle asimilasyon politikalarını onlar üzerinde yoğunlaştırırken, kendilerini baskı altında hisseden etnik/ulusal topluluklar da, söz konusu politikalardan dolayı kadınların evden çıkmasına kaygıyla yaklaşabilirler.
Kaygının kaynağında "Kadınlar evden çıkıp türdeş dünyanın bir parçası olduklarında, bizi biz yapan özümüz ortadan kalkabilir" düşüncesi yatar.
Cumhuriyetin dilsel açıdan homojenleştirmeye yönelik resmî dil politikalarında da, kız çocukların eğitimi ve kadınlara Türkçe öğretilmesi konusunun önemli bir yer işgal ettiği biliniyor. (1)
Halen de etmekte. Hatta uluslararası kurumların mali desteği ya da Türkiye'deki kimi toplum örgütlerinin işbirliğiyle hayata geçirilen "Baba beni okula gönder", "Kardelenler", "Ana-kız okuldayız" gibi eğitim kampanyalarının esas olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yoğunlaştığı göz önüne alındığında, bu konuda, geçmişe göre artan bir ilgiden söz etmek dahi mümkün.
Erkeklerin eğitim almasalar bile askerlik ya da istihdama katılım gibi nedenlerle Türkçe öğrenmeleri, yakın zamana dek Kürtçenin kullanımının ve yeni kuşaklara aktarımının ev içi alanla ve kadınlarla sınırlı kalması sonucunu doğurmuştu. (2) Bu da, resmî dil politikalarının kız çocuklara ve kadınlara yönelik ilgisini anlaşılır kılmaya yetiyor.
Yukarıda, asimilasyona maruz kalan topluluklarda, asimilasyon politikaları nedeniyle kadınların evden çıkıp türdeş dünyanın bir parçası haline gelmelerinin kaygıyla karşılandığını dile getirdim. Türkiye'de asimilasyon politikalarının kız çocuklarını hedeflemesine rağmen, bu durumun Kürtlerde kız çocuklarının eğitimine kaygıyla yaklaşılmasına yol açtığını düşündürecek bir söylem ya da pratik söz konusu değil.
Başka bir ifadeyle, kız çocuklar, oğlan çocuklardan esirgenmeyen ve onlar açısından sakıncalı bulunmayan bir eğitim sürecinden, asimilasyona karşı direnme adına mahrum bırakılmıyor.
Öte yandan, her ne kadar kız çocukların eğitimine ilişkin herhangi olumsuz bir söylem ya da pratik sergilenmiyor olsa da, söz konusu kaygıdan tümüyle azade olunduğunu belirtmek de güç.
Örneğin, özellikle kurulduğu ilk yıllarda ÇATOM'lara (Çok Amaçlı Toplum Merkezi) yöneltilen eleştirilerde ve yürütülen tartışmalarda bu kaygının izleri zaman zaman kendini göstermekteydi.
1995 yılında kurulan ÇATOM'ların uygulama alanının da tıpkı kız çocuklarına yönelik eğitim kampanyaları gibi bölge illeri olması, bu kurumlara yönelik asimilasyon eleştirilerine haklılık payı kazandırıyordu. (3)
GAP idaresince "sürdürülebilir kalkınmanın ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarını bütünleştiren yoksulluğu azaltma stratejileri, katılımcı yaklaşımların teşvik edilmesi, kapasite geliştirmeye yönelik çalışmalar ve bütün bu çalışmalarda dezavantajlı grupların ve cinsiyet perspektifinin gözetilmesi" gibi kalkınma ve refah artışı hedefleriyle tanımlanan ÇATOM'ların hedef kitlesi, bölge illerindeki kadınlardı.
Merkezlerde okuma-yazma, çocuk bakımı ve eğitimi, hijyen ve aile planlaması gibi eğitimlerin yanı sıra, gelir getirici işler yapmaya olanak sunacak beceri kursları da verilmekteydi.
Asimilasyon amacına hizmet ettiği eleştirisinin haklılığı bir yana, kuruldukları coğrafyanın etnik-dilsel açıdan çoğul yapısı nedeniyle, mevcut resmî dil politikalarının devam ettiği koşullarda ÇATOM'ların, GAP idaresince ilan edilen "kadınların kalkınmadan, refah artışından yararlanabilmeleri" ya da "cinsiyet perspektifinin gözetilmesi" gibi hedeflere hizmet etmesi mümkün değildi aslında.
Çünkü kadınlar açısından bu hedeflerin önündeki en önemli engellerden birisi bizatihi resmî dil politikalarıydı.
Anadiline dayalı bilgi toplanmadığından, bu saptamayı ulusal istatistiklere dayanarak kanıtlamak güç. Yine de söz konusu ilişkiyi, farklı göstergelerden yola çıkarak tespit etmek mümkün.
Örneğin BM Kalkınma Programı'nın Toplumsal Cinsiyet Gelişim Endeksi (Gender Development Index [GDI]) ve Kadınları Güçlendirme Göstergesi (Gender Empowerment Measure [GEM]) ölçütlerine göre, Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu illeri, ülke geneline göre en düşük oranlara sahiptir. (4)
Başka bir ifadeyle Doğu ve Güneydoğu illerindeki kadınlar, sadece ülkenin geri kalanındaki hemcinslerinden değil, bu illerdeki erkeklerden de daha eşitsiz konumdalar. Anadilleri Türkçe olmasa da, erkeklerin bir şekilde Türkçeyi öğreniyor olmaları, Türkçe dışındaki anadilinin yasaklı olmasından esas olarak kadınların olumsuz etkilenmesine yol açıyor.
Olumsuz etkilenmeden neyin kastedildiğini açmak gerekirse, örneğin, akıcı bir Türkçe bilmeyi gerektiren formel işgücü piyasasında iş bulmak mümkün olmuyor. Buna bağlı olarak, sosyal refahtan, sosyal güvenlik sisteminden ve maddi olanaklardan Türkçe bilenlere göre daha az yararlanılabiliyor. (5) Dahası mevcut yasal düzenlemeye göre seçilme hakkı bulunmuyor.
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu'nda yer alan "Türkçe dışında dil kullanma yasağı", seçme hakkını da kısıtlıyor. Gerçi bu kısıtlılık uydu aracılığıyla yapılan TV yayınlan sayesinde kısmen ortadan kalkmış durumda.
Ama Türkçe bilmeyen Kürt kadınların bilgi edinme ve haber alma hakkından, düşünce ve ifade özgürlüğünden tam olarak yararlanabildiklerini söylemek mümkün değil. Halen sağlık hakkı gibi kimi temel haklarına da doğrudan erişemiyorlar.
Tüm bunlar için ailenin Türkçe bilen (erkek) üyelerine bağımlı kalmalarının, cinsiyet eşitsizliğini daha da derinleştirici etkiler yaratması muhtemel. Listeyi uzatmak mümkün.
Ancak bu kadarı dahi, resmî dil politikaları ile hem erkeklerden hem de ülke genelindeki hemcinslerinden daha eşitsiz konumda olmaları arasındaki bağ konusunda yeterince ikna edicidir.
Dolayısıyla bu bağın göz ardı edildiği politikaların ve uygulamaların Kürt kadınlar için genel anlamda bir refah artışına hizmet etmesi beklenemez. Dolayısıyla ÇATOM'ların deklare edilmiş amaçlarına hizmet edemeyecek olması, asimilasyon eleştirilerinin haklılık payını büyütüyordu.
ÇATOM'lara yönelik eleştiriler, tüm bunlara dikkat çekmesi açısından önemliydi. Ancak dile getirilenlerin, asimilasyon politikalarıyla kadınların kültürel yeniden üretimdeki rolleri arasındaki bağa dikkat çekmenin ötesine geçebildiğim söylemek güçtü.
Oysa bu bağı saptamak önemli olmakla birlikte, söz konusu bağdan hareketle asimilasyona karşı direnişin yükünü de kadınların omzuna yükleme gibi bir riskin doğmaması için daha fazlasına ihtiyaç vardı.
Örneğin ÇATOM'ları eleştiren 1998 tarihli metinde, Kürt kadınların "içe dönük kapalı yapısı"nın asimilasyon politikalarından etkilenmemelerini sağladığı dile getirilirken, bu kapalı yapının kadınlar açısından başka ne tür anlamlar taşıyabileceğine dair bir ilgi söz konusu değildi:
Kürt kadını [nın] gelenekçi yaşamından dolayı içe dönük kapalı yapısı, düzene fazla bulaşmamış olması, var olan asimile etme politikalarından -metropollerde düzen yaşamına bulaşmış bir avuç azınlık hariç - genelde etkilenmemesine yol açmıştır. [...] Kürt kadınları eğitme, mesleki beceri kazandırarak onu üretken konuma getirme adı altında yapılan çalışmanın tek bir nedeni vardır. O da günümüzde rejim için büyük tehlike haline gelen kadını asimde etmektir. [...] Kürt kadını da kendisine yönelik bu uygulamaları bilinçli ve kararlı direnişiyle yüz geri edecektir. [...] [T]emel sorun, kadının beceri kazanması ya da çocuğuna daha iyi bakabilecek bilgilere sahip olması değildir. (6)
"İçe dönük kapalı yapı"nın onları asimilasyondan korumuş olduğu açık. Ancak, asimilasyona karşı direnme açısından olumlu bir şey olarak değerlendirilebilecek bu "yapı"nın, kadınlar açısından her koşulda olumlu olarak değerlendirilmesi mümkün olabilir mi? Bu durum, özellikle alternatif bir kamusal alan ortaya çıkarılmadığı takdirde, kadınların yaşamının aile-akrabalar-yakın çevreyle sınırlı kalması, başka bir ifadeyle evden çıkıp farklı bir dilin hüküm sürdüğü dünyayla bağ kuramaması, eğitim olanaklarından yararlanamaması, gelir getirici bir işte çalışamaması, aile üyeleri dolayımı dışında sosyal güvenlik sistemine dahil olamaması vb. gibi pek çok olumsuz sonuç doğuracaktır. Böylesi bir sonuç ise, belki asimilasyon baskısı altındaki bir dilin yaşatılmasında rol oynayabilir ve bu çok da önemlidir. Ama bunun, kadınların kendi hayatları üzerinde daha fazla denetim kurmalarına, erkeklerle ve ülkenin geri kalanındaki kadınlarla aralarındaki eşitsizliklerin giderilmesine hizmet etmeyeceği açıktır. Aksine, daha bağımlı olmaları ve ataerkil denetime maruz kalmaları kaçınılmaz hale gelecektir.
Özcesi, resmî dil politikaları nedeniyle kadınların maruz kaldıkları eşitsizliklerin ortadan kalkması, refahlarının artması için Türkçe dışındaki anadillerinin kamusal alanda kullanımı önündeki engellerin ortadan kalkması gerektiği açık, ama bu engeller ortadan kalkana dek, dilin yaşatılması için kadınların ev içi alanla sınırlı kalmalarının olumlu etkisine vurgu yapmanın, eşitsizlikleri derinleştirme potansiyeli de ortada. Bu açıdan bakıldığında bir ikilemden söz edilebilir. Söz konusu ikilem özellikle ÇATOM tartışmalarının gündemde olduğu 1990'lı yıllarda kendini hissettirmişti. Ancak son yıllarda toplumsal cinsiyete duyarlı bir yaklaşımla, söz konusu ikilemin belirlediği sınırların dışına çıkılabildiğini gösteren deneyimler yaşanıyor.
Özellikle yerel yönetimlere DTP/BDP'li adayların seçildiği yerlerde kadınların bu ikilemin belirlediği sınırlara mahkûm olmadan evden çıkarak eğitim görmelerini, meslek edinmelerini, gelir getirici faaliyetlerde bulunmalarını sağlayacak ciddi olanaklar yaratıldı.
Belediyeler kadınların evlerinden çıkarak kolayca ulaşabilecekleri üretim birimleri oluşturdular ya da bu tür birimlerin oluşturulmasına katkı sundular.
Belediyelere bağlı kooperatifler kuruldu; üretim atölyeleri, beceri kursları açıldı; kadınların ürünlerini satabilecekleri pazarlar oluşturuldu. HEP-BDP geleneği içindeki siyasi partiler, kadınlar için Türkçe bilme zorunluluğu olmadan siyasal katılım kanalları yaratmıştı.
Yukarıda bahsedilen yerel yönetimler tarafından yaratılan olanaklar da benzer bir etkiyi ekonomik faaliyet ve istihdam açısından yaptı. Yerel yönetimlerin yaratığı bu olanaklara, belediyelere bağlı eğitim destek evlerini de eklemek mümkün.
Çünkü bu birimler de özellikle yoksul kız çocukları açısından önemli bir işleve sahip. Tüm bu faaliyetlerde, belediyelerin, bütçelerini oluşturma süreçlerinden personel istihdamına kadar, toplumsal cinsiyete duyarlı bir yaklaşım geliştirmelerinin etkisi vardı. Ancak bu olumlu deneyim birçok yerde kesintiye uğradı.
Zira bahsedilen eğitim destek evlerinin, kadın destek merkezlerinin ve üretim atölyelerinin çoğu belediyelere yönelik gözaltı ve tutuklama operasyonları kapsamında kapatılmış ve buralarda istihdam edilen kadınların bir kısmı da tutuklanarak cezaevlerine konmuş bulunuyor.
Kadınların asimilasyona maruz kalmadan evden çıkmalarına, ekonomik faaliyetlerde bulunmalarına, güçlenmelerine hizmet ettikleri açık olan bu tür alternatif oluşumların kapatılmış olmasının, özellikle ÇATOM'larm deklere edilmiş resmî hedefleri açısından düşünüldüğünde son derece düşündürücü ve manidar olduğuna kuşku yok. (HÇ/HK)
1- Bkz. Bu kitapta yer alan "Kürt Kadınlar Açısından İfade Özgürlüğü" başlıklı makale, dipnot 3. s. 70.
2- "Yakın zamana dek" ifadesi kullanıldı; çünkü bilindiği üzere Kürtçenin kamusal alanda kullanımına ilişkin yakın zamanda hayli hızlı değişiklikler yaşanmaya başlamış bulunuyor.
3- GAP bölgesinde kurulan 30 merkez, aşağıdaki illerde yer almaktaydı:
Adıyaman (1): Yeşilyurt Mahallesi
Batman (2) : Petrolkent ve Yavuzselim mahalleleri Diyarbakır (2) : Benusen ve Bağlar mahalleleri Gaziantep (1) : Oğuzeli ilçesi Yeşildere beldesi Kilis (2) : İslambey ve Ekrem Çetin mahalleleri
Mardin (9) : Meydanbaşı, Evren ve Saraçoğlu mahalleleri, Dargeçit, Kızıltepe, Midyat, Nusaybin ve Ömerli ilçeleri ile Dargeçit-Kılavuz Beldesi
Siirt (4) : Şeyh Şerafettin Caddesi, Kurtalan ve Şirvan ilçeleri, Kurtalan-Ka- yabağlar beldesi
Şanlıurfa (4) : Yakubiye mahallesi, Bozova, Halfeti ve Siverek ilçeleri Şırnak (5) : Merkez (eski halk eğitim binası), Cizre, Beytüşşebap, İdil ve Uludere ilçeleri
Kaynak: GAP İdaresi web sitesi (http://www.gap.gov.u/Turkish/Sosprj/catom.html)
4- Bkz. UNDP Human Development Index 2005.
5- Kuşkusuz bu olumsuz etkinin özellikle göç ve kentleşmeyle, aile ve akrabalık ilişkilerine dayalı geleneksel dayanışma ve güvenlik mekanizmalarının çöktüğü koşullarda daha geçerli olduğu belirtilmeli. Kürt kadınların zorunlu göç koşullarındaki deneyimleri için bkz. Çağlayan, Özar, Tepe, 2011.
6- Bkz. Yaşamda Özgür Kadın, Nisan 1988, Sayı 4, s. 37. 116
KAYNAKÇA
Çağlayan H„ Özar, Ş. ve Tepe, A., Ne Değişti, Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi, Ankara: Ayizi Yayınları, 2011.
GAP İdarisi, "Çok Amaçlı Toplum Merkezleri (ÇATOM'lar)", GAP İdaresi Web Sitesi. http://www.gap.gov.tr/Turkish/Sosprj/catom.html
Yaşamda Özgür Kadın, Nisan 1988, sayı 4.