Ankara’da bir süredir tartışılan, Havagazı Fabrikas'ının söküm işlemi sırasında havaya yayılan asbest konusunun daha kolay anlaşılabilmesine katkı sunabilme adına, biraz uzunca sayılabilecek bilimsel içerikli bir giriş yapmak zorunluydu. Okuyucunun affına sığınarak.
Jeolojik ortamlar bir yandan canlı yaşamının devamlılığı için ekosistemler içindeki dengeyi sağlarken bir yandan da yan etki olarak sayılabilecek bazı olumsuz şartları da ortaya çıkarır. Canlılar yaşamlarını sürdürmek için jeolojik ortamdan yoğun olarak yararlanır. Ayrıca insanların yaşamlarını sürdürmek üzere yaptıkları başta su ve yiyecek üretimi olmak üzere, maden, enerji, tarım vb. üretim faaliyetleri, evsel, endüstriyel ve tıbbi atıklar su, hava ve topraklarda istenmeyen kirliliklere neden olmakta ve canlı yaşamını olumsuz etkiler. Dolayısıyla hem doğal jeolojik faktörler hem de insanlığın çevre ve halk sağlığı üzerinde ciddi sorunlar oluşturan olumsuz etkileri tüm dünyanın çözmesi gereken ortak bir problem olarak karşımızda duruyor.
Yaşanılan ortamdaki element ve minerallerin insan sağlığı üzerinde etkileri binlerce yıldan beri biliniyor. Kodiak’da (Alaska) Karluk Arkeoloji sahasında 7000 yıl önce yaşamış ve günümüze kadar korunmuş olarak gelebilen yaşlı bir insan saçındaki civa (Hg), kadmiyum (Cd) ve selenyum (Se) miktarları ölçülmüş, bu işlemler yapılırken ölçümler sırasında geçen zaman içerisinde bazı elementlerin içeriğinde eksilme ve yükselme olabileceği dikkate alınmış. Ayrıca kurum ve toz tanelerinin en az 5000 yıl önce yaşamış Tyrelean buz adamının korunmuş akciğer dokusundaki kurum ve kuvars kristalleri içeren tozları solunumla aldığı ve bu nedenle rahatsızlandığı belirlenmiş. 2400 yıl önce Hipokratlar ve eski Yunan yazarlar, insan hastalıklarının coğrafik dağılımlarını, çevresel faktörlere bağlı olarak tanımlamışlardı. İ.Ö. 300 yılında ise Aristo, madencilerde Pb-zehirlenmelerini (kurşun zehirlenmesi) not etmişti.
Başta kanser olmak üzere solunum yolu, cilt ve diş hastalıkları ile ilgili birçok tıbbi rahatsızlığın belirli bölgelerde daha yaygın ortaya çıkması nedeniyle yaşanan çevre ve hastalıklar arasında ilişkiler araştırıldığında; insanların yaşadıkları çevrenin jeolojik özellikleri ile bu hastalıklar arasında ciddi ilişkiler olduğu ortaya konuldu. Dünyada guatr, diş ve iskelet florozisleri, akut anemi (kansızlık), metal zehirlenmeleri, endemik körlük, solunum sistemi, cilt, mide, barsak ve kolon kanserleri gibi jeolojik faktörlerden kaynaklanan pek çok endemik hastalık ortaya konuldu. İçme ve kullanma suları içinde bulunan yüksek arsenik nedeniyle Tayvan ve Bangladeş’te 29 milyon, Hindistan’da 6 milyon, Çin’de 5,6 milyon ve Arjantin’de yaklaşık 2 milyon kişide kanser gözlendi.
Ülkemizde ise 1950’li yıllardan itibaren jeolojik ortamlarla (tıbbi jeolojik etkiler) ilintili çok sayıda problem tanımlanmaya başlandı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Sağlık Bakanlığı verilerine göre; Ülkemizdeki başlıca ölüm nedenleri kalp-damar sistemi hastalıkları (yüzde 44), kanser hastalıkları (yüzde 22) ve diğerleri (yüzde 34) biçiminde sıralanıyor. Kanser ölümlerinin yaklaşık yüzde 40’ını solunum ve sindirim sistemi hastalıkları oluşturuyor ve bunların büyük ölçüde çevresel sorunlar ile doğrudan ve dolaylı ilişki içinde bulunduğu biliniyor. Türkiye’de tıbbi jeolojik nedenlerle ortaya çıkan akciğer, cilt, mesane, kolon, prostat ve karaciğer kanserlerinin yanı sıra endemik florozis, sulardaki yüksek arsenik kaynaklı kanser ve kardiyovasküler hastalıklar, alüminyum kaynaklı, nörolojik ve sinirsel hastalıklar, madencilik ve giyim sektöründe silikozis, kronik asbest ve eriyonite maruz kalma sonucu asbestosis ve mezotelyoma olarak sayılabilir. Yapılan jeolojik, çevre ve halk sağlığı araştırmalarına göre Türkiye’de tıbbi jeolojik açıdan riskli bölgeler oldukça yaygın olmasına rağmen ulusal mevzuatımızda “tıbbi jeoloji” kavramı; tıbbi jeolojinin çalışma konuları içinde yer alan olan toz hastalıklarından “asbest” ve “silikozis” ile ilgili yetersiz düzenlemeler ve imar planına esas çalışmalardaki nasıl yapılacağı belli olmayan “jeomedikal risk” değerlendirmesi dışında herhangi bir düzenleme mevcut değil.*
Tüm bu veriler ışığında; Ankara’nın en merkezi yerinde, kontrolsuz bir biçimde sökülen Havagazı Fabrikası'ndan soluduğumuz havaya karışan asbest meselesine bakarsak, insan sağlığının ülkemizde ne kadar ucuz olduğu gerçeğiyle bir kez daha karşılaşmış oluruz. Sökümü yapanların maskeli görüntüleri de bunun tuzu biberi olur ancak. Sorunu, sadece sökenlerin ‘güvenliği’ bağlamında algılayan bilimsel sığlığı bir yana bırakırsak, Ankara’da yaşayan insanların güvenliğinin kimlere emanet olduğu gerçeği bir kez daha tüm çıplaklığıyla kendini gösterir.
Konuyla ilgilenen tüm bilim insanlarının bildiği gibi; havaya karışan lifsi (iğnemsi) yapıdaki asbest partikülleri, hava koşullarına bağlı olarak büyük alanları etkileyebilmektedir.
Asbest lifleri. Tarayıcı elektron mikroskobunda (SEM) elde edilmiş görüntü.
Yaşam alanlarının tam orta yerinde yapılan bu işlemin ortaya çıkarabileceği riskin, binaya örtülen branda marifetiyle önlendiğinin açıklanmasına ise diyecek bir şey yok!
Bu arada sağlığımızla ilgili bakanlık da konuyla ilgilendiğini gösteren bir açıklama yaptı! Bütün önlemlerin alınmış olduğunu ve korkuya mahal olmadığını söyledi. Tıpkı yıllar önce çayda radyasyon olmadığını açıklayıp, televizyonda çay olduğu belgelenemeyen bir sıvıyı içen bakan gibi. Üstelik o günlerde mühendis odası olarak; uranyum arama dedektörleri ile raflardaki çay paketlerinden, uranyumlu arazilerde alınan sinyallerin aynısını aldığımızı basına açıklamamıza rağmen!
Ama gerçeklerin halka ulaşmasının önündeki engeller, bugün olduğu gibi, o günlerde de 12 Eylül darbesinin olmazsa olmazıydı. Bedelini yıllardır canımızla ödedik. Daha kaç kuşak ödeyecek belli değil!
Hep inanmışımdır; insan eliyle doğaya verilen zararların bir kısmını doğa zamanla düzeltmeseydi, insan neslinin devamı çok daha sıkıntılı süreçlere gebe olabilirdi. Ama bu hoyratlıklarla başa çıkmaya çalışan doğa da yoruluyor artık. Uzun evrim süreçlerinde kendi çözümünü bulacağı tartışılmaz bir gerçektir ama, yaşadığımız çağın savunmasız insanlarına bulacağı çözümler her zaman yeterli olmayabilir. Ama o yine de üzerine düşeni yapıyor. Ankara’da başlayan sağanak bahar yağmurları belki havayı kısmen temizleyecek, partikülleri yere indirecek, bir kısmını yeniden toprağa gönderecek ama bu seferde önüne toğrağı kalmayan, betonlaşan şehir engel olarak çıkıyor. Enkazın taşınma yöntemlerinin yarattığı güncel riske ve malzemenin döküleceği alanların yıllara yayılacak riskine ise doğanın kısa vadede yapabileceği bir şey yok!
Ankara’da yıkımın durdurulmasına ilişkin bir mahkeme kararı çıktı geçtiğimiz günlerde. Ama olan olmuştu artık. Oysa fabrikanın yıkılmaması; kültürel bir miras olarak kalması için yıllardır süren yargı süreçlerinin varlığına rağmen.
Elbette doğanın da bir mahkemesi var. Üstelik yargıçları da milyarlarca yıllık deneyime sahip. Önemli olan onların vereceği karar. Ben daha o mahkemede, doğaya karşı işlenen bir suçun affedildiğini görmedim. Böyle biline!..
Nazım Usta’dan;
Analardır adam eden adamı
Aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
Uçurtması geçiyor ağaçlardan,
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.Gelinler aynada saçını tarar
Aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
İhtiyarlıkta aklına insanın,
Tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
Efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin.
*Yazı için Jeoloji Mühendisleri Odasının düzenlediği 2. Tıbbı Jeoloji Kongresi verilerinden yararlanılmıştır. (Şİ/HK)