Öyle çok da uzak değil, 2004 Sonbaharında Avrupa Konseyi desteğiyle yirmi kamu denetçisi (Ombudsman) kurumu temsilcilerinden oluşan özel bir ekip Türkiye’nin önde gelen üst düzey yetkililerine kapasite arttırma seminerinin gerçekleşeceği İstanbul’a doğru karayoluyla seyahat ediyordu. Bu devletin üst düzey yetkilileri, ileride komşu ülkede kurulması beklenen Kamu Denetçiliği Kurumu’nda, Türkiye’nin gelecekte Avrupa Birliği üyeliği için giriş şartlarının bir ön koşul faaliyeti olarak, kadrolaşacaklardı.
Türkiye için bir umut dönemiydi: daha iki yıl önce, 2002 senesinde, Erdoğan önderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’nin ordu düzeninden ve sınırsız güce sahip derin devletten kurtulmaya ve Kürtlerle ilgili yeni bir politikayla, ülkenin kurumsal düzlemde değişimini sağlayacak, devletin hukuk kademesindeki bazı hassas düzenlemelerinin deyerleştirilmesine yönelik kapı aralıkları bırakarak, hükümeti kurma görevini üstlenmişti. Bu ılımlı İslam partisi Avrupa Birliği üyelerinin de ümit ettiği dönüşümleri hayata geçirmeye istekli görünüyordu. Nitekim Avrupa şehirlerinde Türkiye’ye karşı kökü derin korku da uysallaşmış bir görünüyordu.
Diğer taraftan 2004 senesi Yunanistan cephesinde bir sarhoşluk dönemiydi: Avrupa futbolunun zirvesinden ve Atina Olimpiyatların açılış merasimin milli gururundan, kontrolsüz tüketimin başarı dolu hikâyesine ulaşmıştı. Modern anlatı, ülkenin menfaati açısından, Yunanistan’ı, imtiyazlarla birlikte, tabi ki ülkenin jeopolitik önemi, tarihi ve gelenekten gelen yönetim biçimi sayesinde Avrupa’nın güçlü karar mekanizmaları tarafına koyuyor görüntüsündeydi. Türkiyeli uzmanlar kurulacak kamu denetçiliği kurumuna Yunanistanlı meslektaşlarının destek verecek olmasını tercih ediyorlardı. Zira Yunanlıların “onları daha iyi anlayacakları” yönünde bir güven vardı. Türkiye’deki “azınlık haklarını” kim daha iyi anlayabilirdi ki? Bir Yunanistanlı mı? Bir İsviçreli mi?
Mamafih, dört yıl sonrasında bulutlar toplanmaya başlamıştı bile. Türkiye’deki başarı öyküsü yolunda gitmiyordu. Avrupa’nın inişli çıkışlı duyguları Türkiye’deki Batı karşıtı söylemleri güçlendirirken, Avrupa Birliği geri adım atmaya başlamıştı. Ardı ardına gerçekleşen görüşmelerle “Ilımlı İslami Ortak” adeta bir despota dönüşüyor, Avrupa vizyonundan uzaklaştıkça bir o kadar otokratik, karanlık ve milliyetçi öğeler güç kazanıyordu. Ancak ülke neoliberal İslam çerçevesinde hızlı bir şekilde ilerlemeyi sürdürmekteydi. Ayrılıklar güç kazanırken istikrarsızlık köşede fırsat kolluyordu.
Ege’nin karşı yakasında durum kuşkusuz politik açıdan daha iyi görünüyor. Bulunduğumuz noktada Yunanistan demokrasisinin sorgulandığı bir ortam yok. Ancak Yunanistan ekonomisindeki alametler umut verici bir tablo içinde yer almıyor. Beş yıl gibi bir süre zarfında “Yunanistan” “marka adı” başarısızlık ve kriz ile eş anlamlı anılmaya başlandı. Troika ile yapılan anlaşmalar, Yunanistan’ın siyasi elitlerinin, şu ya da bu şekilde, yerle bir olmuş kredibilitesini bir cinnet haliyle darmaduman etmişti.
Bugün Yunanistan ve Türkiye’nin imajı 2004 yılının o iyimser öngörüsüne dair hiçbir şey hatırlatmıyor. Uzun zamandan beri halk, “daha kötü ne olabilir ki?” ya da “ülke dibi gördü” hissiyatı içine girmiş durumda. Ekonomik anlaşmanın himayesi, 15 ay gibi bir süre içinde 5 seçim yapılmasına rağmen, bazılarını Yunanistan demokrasisinin iflası üzerine konuşmaya zorladı. Piyasadaki durgunluk ve kemer sıkma politikalarının her defasında yeniden canlandığı bu kısırdöngü reçetelerini sonlandıracak iyimser senaryo, kriz adı verilen şeye kademeli uyum sağlamak/içselleştirmek ve normal hayata kaldığı yerden devam etmekti. Bulgaristan ve Romanya gibi Avrupa Birliği içindeki komşu üye ülkelerinin örnekleri krizin bir rutin algılama ve kalıcılık ihtimalinin reel bir durum olduğunu gösteriyordu. Hiç kimse orada “krizi” dile getirmiyordu fakat mevcut durum kesinlikle Yunanistan’dan çok daha kötü bir haldeydi ve umutsuzluk kemikleşmişti. Bizler Ortadoğu haritasına odaklanırken Romanya’nın kuzeyinde yer alan Ukrayna kendi iç savaşını yaşamaktaydı. Tablo çok daha uğursuz bir haldeydi: Suriye yerle bir olmuştu, Kürt ve Filistin meselesi gündemden inmiyordu, insanlık tarihinde ilk defa bir terör örgütü devlet mevcudiyeti oluşturmuştu. Girit’in 200 mil kuzeyinde yaşayan Arap halkının jeopolitik devamlılığı Lübnan’da salt bir devlet başarısızlığı yaşıyordu.
Bu kötü rastlantı, Türkiye Cumhuriyetini artık barış ve güvenliğe hizmet edebilecek bir devlet statüsü görüntüsünden çıkarmıştı: ne iç işlerinde ama daha fazlası dış işlerinde. Bu komşu için kötü bir haberdi. Bugün bile, patlamaların olmasından birkaç gün sonra çoğu insan “failin kim olduğu” ama daha önemli politik bir tartışma olarak “bunun nasıl mümkün olduğunu” kendi kendine soruyor. Değerli analizler yapan Profesör Umut Özkırımlı’nın vurguladığı üzere, Ankara’daki bombalama olayları Türkiye demokrasisinde bir dönemin sonunu getirdi. Bu bombalamalar ulus kimliğinin yeniden belirlenmesinde nasıl bir rol oynayacak suali ciddi bir soru olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin çetin bir şiddet yaşanmadan böylesi köklü bir değişime dayanma gücü var mı? Türkiye elit sınıfı ülkenin yönetim şeklindeki birlik ve beraberliğin şu durumdaki halinin içi boşaltılmış olduğunu sonuçta görebilecek mi? Bunlar ucu açık sorular. Ve belki onca sene bize meşakkatli bir dönem yaşatacak sorunlar…
Şu an Yunanistan 3. anlaşmayı uygulama gayreti içinde. Ankara’daki bombalama olayı hem bir ağıt hem bir uyarı niteliğinde yankısını sürdürüyor. Bir toplum bir kez daha insan hayatını sonlandıran bir eylemin politik bir mesaj verme aracı olarak kullanıldığına şahit oldu. Nihayetinde bu uyarı bir nevi gün gelir devran döner uyarısıydı. Bu insanlık dışı politik şiddet Avrupa’nın aşina olmadığı bir durum değil. Buna bir şekilde aşinayız. Yapabileceğimiz en kötü şey Ankara’da hayatını kaybeden 100 kişiye bakıp sadece “Türkiye’ye özel bir durum” olduğuna inanmak olacaktır. Bu biçimde, şarkiyatçılığımız en kısa zamanda yerini affedilemez bir ihtiyatsızlığa bırakacak. (DC/HK)
* Çeviren: Öğr. Gör. Dr. Esra Özsüer, İstanbul Üniversitesi