*Görseller: İKSV.
Geçen hafta gerçekleşen İKSV 40.İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışmasının En İyi Belgesel Ödülüne Yusuf Emre Yalçın'ın yönettiği Anima başlıklı film layık görüldü.
Martina Priessner, Serdar Kökçeoğlu ve Hasan Söylemez'den müteşekkil jüri "İnsanın hayvanlarla kurduğu ilişkiyi farklı kültürel alanlarda inceleme amacı taşıyan önemli meselesini yaratıcı bir sinema diliyle ortaya koyarken, ele aldığı konular üzerine bir düşünme ve tartışma alanı açmayı da başardığı için" ödülü Anima'ya vermeyi münasip görmüş.
Mühim bir meseleye parmak bastığı kesin olsa da filmin yaratıcı bir sinema dili kullandığı hususunda jüriyle pek de hemfikir olmadığımı belirtmek isterim. Geçtiğimiz yıllarda Najla Osseiran'ın Olsun Allah'a emanet başlıklı belgeselinde layıkıyla dikkat çektiği Türkiye'deki deve güreşlerinde develere yönelik zulüm neyse ki Anima'da da seyircinin dikkatine bir kez daha sunulmuş oluyor.
Diril'lere olanların hesabını kim verecek?
Mansiyon alan iki filmden biri olan Nosema hususunda ise jüriyle benzer duygular taşıyorum.
Yönetmenliğini Etna Özbek'in kotardığı Nosema ile "Türkiye'nin son Süryani köylerinden biri olan Şırnak yakınlarındaki Meer köyündeki Keldani Katolik Diril ailesinin trajik kaderini anlatan bir filmi ödüllendirdiğini" ifade ediyor mevzubahis jüri.
"Nosema güçlü şiirsel imgeleriyle ikna ediyor; ailenin bir araya gelişini ve birbiriyle olan sevgi dolu
etkileşimini olağanüstü ve etkili bir şekilde gösteriyor" diye de ekliyor.
Filmde Diril çiftini kaybolmadan önce, gündelik hayatlarında izliyor, coğrafyanın güzelliğine ikna olurken bilhassa yakılarak harabe haline getirilmiş eski köylerinin ayakta kalabilen muhteşem kalıntılarına hayran oluyoruz.
Geçen sene kaybolduktan uzun bir süre sonra Şimoni Diril'in cesedi bulunmuştu. Hürmüz Diril'in akıbeti üzerindeki şaibe ise hâlâ kalkmış değil.
Şırnak ve çevresini altüst eden dinamikler takriben 30 senedir Diril ailesini ve köylerini de fazlasıyla etkilemiş vaziyetteyken bölgedeki karanlık güçler icraatlarına ne yazık ki devam ediyor.
Geçen Mayıs ayında Kürtçe adı Mehri, Türkçe adı Kovankaya olan köyün tarihi kilisesine bir saldırı yapılmış, saldırganların kimliği hakkında malum tahminler yürütülmüştü.
Atlara uygulanan zulüm
Jüri'nin Mansiyona uygun gördüğü diğer film Sidar İnan Erçelik imzalı Rüzgâr Tayı oldu.
"Rüzgâr Tayı, insan ruhunun yabana hükmetme arzusunu anlatıyor. İki farklı hikâyenin birbiriyle bağlanmaya çalışıldığı film eşsiz görüntüler, unutulmayacak diyaloglar ve doğal seslerle izleyiciyi içine aldığı için" jüri filmi Mansiyonla ödüllendirmiş.
İki farklı hikâyenin birbirine bağlanmakta epeyce zorlanması bir yana, son yıllarda Türkiye gündemini işgal eden İstanbul Adaları fayton atlarına filmde yer verilmemiş olması da kaçan bir fırsat olarak görülebilir.
Ne de olsa hipodromdaki atların ne gibi muamelelere tabi tutulduğu belgeselde afişe edilmese de, yabana hükmetmeye çalışan insanın hayvanlara ne kadar eziyet çektirdiğine ayrıntılarıyla şahit oluyoruz.
İBB gibi resmî kurumların kendini Taksim Meydanında atları tımar etmek suretiyle aklamaya giriştiği acılı süreçte ada atlarının krizi halen bitmiş değil ve bir ara etrafı velveleye veren hayvan hakları savunucuları ortadan kaybolmuş vaziyette.
Film en azından böylelerine medyatik olma ve birilerinin ekmeğine yağ sürme fonksiyonu açısından imkân sağlayabilir ve bir ihbar olarak değerlendirilebilir!
Filmlerden seçmeler
Yarışmadaki diğer filmler arasında Serdar Kökçeoğlu'nun İlhan Mimaroğlu hakkındaki belgeselinden feyz almış gibi duran, fakat daha çok nostaljik bir aile albümü hissini veren Güneşte Bir An Leslie Ortabaşı ve Oktay Ortabaşı imzasını taşıyordu.
Türk asıllı nükleer fizikçi Uğur Ortabaşı'nın bilhassa Avustralya'daki mazisinde güneş enerjisindeki istikbali görüp bu yönde mücadele etmek zorunda kalışına ayrıntılarıyla şahit olduk.
Heskîf/Hasankeyif başlıklı belgesel ise 12.000 yıllık tarihe sahip bir hazinenin sular altında bırakılışına bizi dahil etti.
Elif Yiğit imzalı film her ne kadar geleneksel televizyon belgeselleri stilinden ileriye gidemese de devlet eliyle nelerin kaybedildiğini, bölge halkının nelere maruz bırakıldığını ve tarihe insanlık namına bir utanç sayfası olarak kaydedildiğini layıkıyla aktarıyor.
Gurbet Artık bir Ev'in fragmanı insana şimdiye kadar çekilmiş en çarpıcı "Almancı" belgeseli dedirtebilir.
Meseleye tüm azınlıklar gibi hem kökenleri, hem de misafir ülkenin zihniyeti açısından bakabilmiş yönetmen Pınar Öğrenci, bilhassa Berlin Kreuzberg'de gurbetçi ailelerin çektiklerini ayrıntılarıyla aktarırken ironik olmayı en azından bir süreliğine başarıyor.
Filmin temposundaki aksamalar ve durağan sekanslar bir yana kadın göçmenlerin deneyim ve dayanışma hikâyeleri peş peşe aktarılırken belirli bir monotonluğa da sebep olunuyor.
Birbirinden orijinal fotoğraflar aracılığıyla "Acı Vatan Almanya"da adeta tek başına kalmış ve mütemadiyen ırkçılığa maruz bırakılmış Türkiye vatandaşlarının duygularıyla empati kurmaya çalışıyoruz; insan bir süre sonra dine ve milliyetçiliğe sıkıca sarılıp vatanlarından yayılan güçlü lider mitine yapışmalarına da şaşırmıyor.
Toplumun dışladıkları
Hem Müslüman hem Feminist başlıklı belgesel Hizbullah örgütü tarafından işkencelerle katledilmiş Gonca Kuriş'e saygı duruşunda bulunurken Türkiye'de Müslüman kadınların feminist hareket içinde bile zorluklar yaşadığını gözümüze sokuyor.
Erkeklerin tekelindeymiş gibi yorumlanan İslam'ın kadınlara pek şans tanımadığı dünyamızda yönetmen Nebiye Arı mücadele içindeki Müslüman kadınlara söz hakkı tanıyor.
Her ne kadar bir röportajlar serisi gibi karşımıza çıksa da film mühim bir meseleyi tekrar gündeme getirmeyi başarıyor, başörtüsü mevzusu bir kez daha irdeleniyor.
Merhaba Canım başlıklı belgesel ise toplumun, hatta açık görüşlü olması beklenen sosyalist çevrelerin bir şekilde dışladığı eşcinsel şair Arkadaş Z.Özger'e odaklanıyor.
Ulaş Tosun imzalı film, şairin Merhaba Canım şiirinden yola çıkarak devrimci ve entelektüel çevrenin resmigeçidi haline dönüşüyor; Tuğrul Eryılmaz, Ertuğrul Kürkçü, Eşber Yağmurdereli, Necla Zarakol, Ahmet İnam, Sina Akyol, Hüseyin Peker ve daha birçokları birbirinden eğlenceli anılarını ve yorumlarını paylaşıyor.
O zamanların başkaldıran gençleri seyirciye yoğun anlar yaşatıyor ve ilham veriyor.
Fakat filmin daha geniş imkânlarla hazırlanmış olması halinde çok daha çağdaş ve etkili bir sinema eserine dönüşme ihtimali vardı diye düşünüyorum.
Batı Trakya'nın Müslümanlarından...
Tabii insan son yıllarda sıkça sömürülen bir formülle çekilmiş Patrida filmi için bile bayat diyebilir. Ne de olsa yıllar sonra çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği diyarlara ilk defa dönen yaşlı kahraman hikâyesini çok izledik.
Fakat Tümay Göktepe ve Ayça Damgacı tüm klişeleri o kadar etkin ve samimi biçimde kullanıyorlar ki Patrida benim gözümde yarışmanın uluslararası standarttaki tek filmi sıfatını hak ediyor.
Filmde de ifade edildiği şekilde dünyalar tatlısı kahramanımız, oyunculuktan tanıdığımız Ayça'nın babası İsmet Damgacı seyirciyi avucunun içine alıp hayatının mahrem dehlizlerine kadar sokuyor.
87 yaşında Batı Trakya doğumlu İsmet Bey tüm sıcaklığı ve samimiyetiyle kendini teşhir ederken eşi Müşerref Damgacı ve bilhassa Ayça daima yanında durarak ona ayna tutuyor; bu vesileyle çaktırmadan aktrisliğini de ilk defa bu kadar zarifçe konuşturuyor.
Yunanistan ile Türkiye halkları arasındaki klişeler, önyargılar, düşmanlıklar, yakınlıklar ve daha birçok dinamik küçük detaylarda şahlanıyor ve milliyetçilikten sakınarak hepimize dünya vatandaşı olmanın gerekliliğini hatırlatıyor.
İskeçe'den Selanik'e, Atina'dan Zürih'e gayet eğlenceli şekilde seyahat ederken Yunanca'da "Baba Vatan" anlamına gelen Patrida kelimesinin anlamını kurcalıyoruz.
Kaymak gibi akıp giden 67 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyor, bir sanatçının projesine inanmasının, kahramanına yönelik duygularla dolup taşmasının ehemmiyetini bir kez daha idrak ediyoruz.
(MT/PT)