Üzerinde manzara resimleri olan albümleri hatırlayanımız vardır mutlaka. Hani salonumuzun başköşesinde bulunan, içerisi dantel peçetelerle bezeli, hiçbir zaman kullanılmayan kristal bardaklar, gümüş takımların bulunduğu vitrinin en müstesna çekmecelerinde saklanan albümler.
Kapağında dağların eteğine kurulmuş, bahçe içerisinde, çatısı karla kaplı tek katlı müstakil bir evin manzarası olan bir albümümüz vardı. Her bir sayfanın üzerinde yapışkanlı jelatin bulunurdu. Annem fotoğrafları akrabalık ilişkilerine göre sıralayarak özenle yerleştirirdi. İyice dikkat etmek gerekirdi. Çünkü bir kez yapıştırdınız mı bir daha yerini değiştirmek istediğinizde fotoğrafın arka yüzeyinin albüme yapışıp deforme olma riski vardı. Hem kimi fotoğrafların arkasında yazılar da bulunurdu. "Bu cansız hayalim size kalsın hatıra. 1955 İstanbul Hatırası”
Anılarımız anneme emanetti. Eve gelen misafirlere yeme-içme faslı bittikten sonra albümü getirip tek tek her bir fotoğrafta kimlerin olduğuna ilişkin bilgi verir, o fotoğrafın hangi gün çekildiğini ve o günün perde arkasındaki anıları anlatarak adeta fotoğrafa can verirdi.
Eve özel olarak fotoğrafçı çağrılırmış o zamanlar. Öncesinde de hazırlık yapılırmış. Özenle giyinip süslenirlermiş. Evlerin avlusundaki duvara fotoğrafa arka fon olması için ‘kahveci güzeli’ desenli duvar halısı asılırmış. Gerçi o bazalt taşlar da ayrı bir güzellik katabilirmiş ama görünsün istemezlermiş demek. Hepsi siyah-beyazdı. O fotoğraflar yüzünden eski hayatların siyah-beyaz olduğunu sanan, folikasit mucizesi olmayan saftirik bir çocuktum. Annem fotoğraftaki beyaz puantiyeli bir elbise için ‘Bu elbise yeşil-beyazdı” dediğinde inanmazdım. Siyah-beyazdı işte. Göz gördüğüne inanır.
O fotoğraflara bakarken “niye ben yokmuşum” o dönemde diye hayıflanırdım. Sonra birden o karenin içine girer, avludaki havuzun kenarına oturup onları izlerdim. Birbirlerinin omuzlarına attıkları kollarındaki bilezikleri gösteren, gür siyah saçlarını özenle tarayıp iki yandan örerek tepede toplayıp objektife bakan genç kadınların yanına ilişirdim yavaştan. Tabii onlar beni görmezlerdi.
Çok amaçlı kullanılan avlunun ortasındaki sandalyeye oturtularak tıraş edilen damadın etrafını çevreleyen gençlerin, halay çekerek karşı evin damlarından düğünü izleyen genç kızlara havalı bakışlar attıkları, herkesin yüzünün güldüğü düğün fotoğrafları vardı bir de. Bir diğerinde Ondeleci Emine’nin kömür ateşinde ısıtarak sardığı bigudilerle saçlarını yaptığı, kınalı ellerini göğsünün üzerinde birleştirip mahzun gözlerle yere bakan bir gelinin fotoğrafı.
Saraykapı’daki Cezaevi’nde yatarken, demir parmaklıklar arkasında çektirdiği fotoğraflara sıra gelince bu kez babam devreye girer, başlardı koğuş arkadaşlarının hangi suçtan mahkum olduklarına ilişkin hikayelerini anlatmaya. İstanbul’a yeni geldiğimiz dönemde annemin Eminönü Yeni Cami önünde kuşlara yem verirken, babamın İspanyol paça pantolonla Taksim Meydanı’ndaki heykelin önünde çektirdiği kareler ise yeni bir başlangıcın resmi gibiydi.
İstanbul’a adapte olmak için çektikleri zorlukları anlatır, konuklarla birbirlerinin gözlerinin içine bakarak konuşur, muhabbetin tadını çıkartırlardı. Özlem ve rahmetle andıkları sevdiklerinin olduğu kimi fotoğrafta hüzünlenip gözleri dolar, kimisinin mutlu anlarıyla yüzleri aydınlanırdı. Misafirler fotoğraflara ve anılara o kadar dalardı ki saatin nasıl geçtiğinin farkına varmazlardı. Birbirlerinin hikayelerinde kaybolurlardı.
Anılar paylaşılırken başka bir anı birikirdi böylece.
Şimdi anı değil “an”ı paylaşıyoruz. “Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat” diye hükmünü yitirmiş güzel bir cümle vardır. Böyle anlatınca kendimi çok yaşlanmış hissediyorum ama iki dönemi de gördüğüm için şanslı sayıyorum kendimi. Artık tüm anlarımızı anında paylaşıyoruz. Gittiğimiz yerlerin, yediğimiz şeylerin fotoğrafını hemen paylaşıyor, döndükten sonra ise anlatacak hiçbir şeyimiz kalmadığı için dostlarımızla bir araya geldiğimizde yine telefonlarımızdaki dünyamıza dalıyoruz. Hepimiz teknoloji karşısında boynumuz bükük, “anlıkları” kaçırmamaya çalışırken yanımızdan geçen insan yüzlerini, akıp giden hayatı, doğayı kaçırdığımızın farkında değiliz. Tonla para verip bilet alarak gittiğimiz konserleri bile paylaşma kaygısıyla ekranın arkasından izleyip o anın tadını çıkartmayı unutuyoruz. Yanı başımızdakilerin 24 saat sonra yok olan hikayesi dışında gerçek hikayesinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Mahabad’dan gelen Şanoya Artîn, 6. Amed Tiyatro Festivali’nde tüm dünyayı saran bu iletişim(sizlik) eleştirisini sahneye taşıdı. Sirwan Xizirpur’un yazıp yönettiği “Mr And Mrs Net” adlı oyunu izlerken artık anı biriktirmediğimizi ve anılarımızın yaşadığı albümümüz geldi gözümün önüne. Diyaloğun olmadığı oyunda cep telefonlarının hayatımıza nasıl sirayet ettiği, birbirimizin gözünün içine bakarak konuşmayı unuttuğumuzu, duygularımızı birbirimize gönderdiğimiz emojilerle ifade etmeye çalıştığımız anlatılıyordu. Oyun bittikten sonra seyirci dağılırken sahneye, fuayede beklerken ellerinde cep telefonlarıyla ilgilenen seyircilerin gizlice çekilmiş fotoğrafları yansıtıldı.
Oyundan sonra görüştüğüm yönetmen Xizirpur, telefon ve internetin insanların birbiriyle iletişim kurmasını engellediğinden duyduğu rahatsızlık nedeniyle bu oyunun ortaya çıktığını söyledi. Oyunun Mahabad’da en fazla ilgi gören oyunlar arasına girdiğini ifade eden Xizirpur, “Bu durum dünyada artık genel bir sorun haline geldi. Oyunu izleyen insanlarda yüzde 10 etki bırakması bile bizim için önemli” dedi. Oyundan etkilendik elbet ama çok kısa sürdü, tabii ki oyundan çıkar çıkmaz tekrar telefonlarımıza sarıldık.
Ha bu arada o albüme ne mi oldu? Annemi kaybettikten sonra ağabeyim fotoğrafları dijital ortama aktaracağını söyleyerek şirkete götürdü. Birkaç gün sonra bir poşetin içerisinde birçoğu hasar görmüş şekilde fotoğrafları getirip teslim etti. Fotoğrafları tarayıcıdan geçirmek için albümün jelatinini açmış. Yapışkan özelliğini yitirince fotoğrafları neredeyse kazıyarak sökmüş. Biraz yıpranmışlar ama bundan sonra fotoğraflar garanti altındaymış, daha “kalıcı” olmuş böylelikle. Hepsini hard diske yüklemiş. Birer kopyasını da bize göndermiş. Artık slayt gösterisi yaparak bilgisayar başından izleyebilecekmişiz. Ne mutlu bize! Ha henüz birini sindirmeden diğer fotoğrafa geçiyor çabucak ama olsun. Dokunamıyoruz da, dokunup n’apacaksın? Hayat dediğin şey kısa zaten. Oturup fotoğraf üzerinde hayallere dalmakla mı harcayacağız?
O albümle birlikte annem ve anılarım ince bir sızı olarak o dijital mezara girmişti. Bütün büyü bozulmuştu, albümden çıkan o fotoğraflara bir daha bakamadım.
Neyse içim daraldı, bir selfie çekip, hikayeye koyarak 24 saatliğine bu anı ölümsüzleştirsek mi ne dersiniz! (BD/AS)