Gezi direnişinin başlangıcından bu yana sürekli olarak değişiklikler yaşıyoruz. Eski ilişkilerle birlikte eski kabuller ve varsayımlar da değişiyor. Ülkenin siyasal ve ekonomik yapısıyla ilgili yorumlar artık daha farklı.
Kısa süre öncesine kadar sıklıkla tekrarlanan tezlerden biri artık o kadar telaffuz edilmiyor, muhtemelen bundan sonra da edilmeyecek. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) Anadolu sermayesinin partisi olarak liberal, piyasa ekonomisinden yana, küresel ekonomiye açık, demokrat, özgürlükçü, çağdaş hatta ilerici olduğunu savunan tez.
Bu görüş yakın zamana kadar AKP destekleyen liberallerin en önemli dayanaklarından biri olmuştu. AKP’nin önceki sağ partilerden farkı bu şekilde açıklanıyordu. Önceki sağ partiler, yıllar boyu vurgunlar vuran İstanbul sermayesini temsil ederken, AKP Anadolu’nun bağrından çıkan ve dünyaya yayılan kaplanların partisiydi.
İstanbul sermayesi devlet olanaklarından yararlanarak güçlenen ve bu nedenle düzenin hiç değişmeden sürmesini isteyen kesimdi. Buna karşılık Anadolu sermayesi devlet tarafından desteklenmemiş hatta kösteklenmiş, fakat girişimci ruhuyla piyasada mücadele ederek varlığını sürdürmüştü. Bu nedenle küresel ekonomiye açık, ihracatçı, rekabetçi, özgürlükçü, yepyeni bir düzen kurmak istiyordu ve bu düzeni kurabilmek için hem İstanbul sermayesiyle hem de devletle mücadele ediyordu.
Bu görüş hiçbir zaman araştırmalarla, rakamlarla, verilerle doğrulanmadı. Bu görüşü destekleyecek bir iktisadi çalışma da yapılmadı. Buna rağmen yaygın bir kabul gördü. Bu kabulün arkasında ekonomik değil kültürel gerekçeler vardı. AKP’yi destekleyen daha taşralı görünümlü iş adamları ile alışılmış iş adamı tipindeki farklılık neredeyse bir sınıf mücadelesi derecesine yükseltildi.
Liberallerin desteği
İstanbul ve Anadolu sermayesi arasında derin çelişkiler olduğunu varsayan tahliller, AKP’yi desteklerken bilimsel tavrını da muhafaza etmek isteyen liberallerce coşkuyla benimsendi. Dönemin neredeyse tüm ekonomik ve siyasal tartışmalarında kullanıldı. Anadolu sermayesi demokratikleşmenin, dünyaya açılmanın itici gücü ilan edildi.
Aslında, AKP’den önceki dönemin işveren örgütlerine bakınca pek haksız da görünmüyorlardı. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) sola karşı saldırgan tavrıyla hatırlanan, hükümet düşürmek için sayfa sayfa ilan veren, 12 Eylül’ü açıkça destekleyen bir örgüttü. Yaptıklarından dolayı ne özeleştiri yapmış ne de pişmanlık beyan etmişti. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ise 12 Eylül sabahı “artık onlar (işçiler) ağlayacak, biz güleceğiz” diyebilecek tıynette bir şahsı yıllar boyu başkan kabul eden bir sendikaydı.
Oysa yeni kurulan işveren örgütleri demokrasi, özgürlük, insan hakları laflarını ağızlarından düşürmüyorlardı. Yeni öğrendikleri ötekileştirme, empati gibi terimleri biraz yerli yersiz kullanıyorlardı ama olsun, yerleşik örgütler gibi lekeli değillerdi henüz.
Bu bakış daha önce de sarsılmaya başlamıştı ama Gezi direnişi durumu iyice netleştirdi. Eski örgütler –belki yeni lekeler almaktan çekindikleri için- daha dikkatli bir dil kullanırken, yeniler canla başla devletin yanında yer kaptılar.
TÜSİAD: Çoğulculuk ve katılımcılık
TÜSİAD Gezi Direnişi'nin çoğulculuk ve katılımcılık beklentilerinin hayal kırıklığı ile sonuçlanmasından kaynaklandığını saptadı, göstericilere karşı olağanüstü orantısız güç kullanımı ve hoşgörüsüz müdahale olduğundan söz etti ve tarafları istişareye çağırdı.
TÜSİAD bu tavrını daha sonraki krizlerde de sürdürdü. 17 Aralık tutuklamalarında yargı bağımsızlığını ve hukuk devleti ilkelerini vurguladı, daha önce bazı büyük davalarda görülen hataların tekrarlanmaması çağırısı yaptı.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tasarısı hazırlandığında, üyelerin ağırlıklı olarak yargı mensupları tarafından seçilmesi, yürütmenin üye seçiminde rolünün olmaması gibi görüşlerini açıkladı. Hatta kendi kuralına uymayan devlete polis devleti deneceğini açıkça söyledi. Son olarak, internete sansürü artırmaya yönelik tasarıya, gerek hukuk devleti normlarıyla örtüşmemesi gerekse internet ekonomisi olumsuz etkilemesi gerekçeleriyle karşı çıktı.
TİSK: Ilımlı açıklamalar
TİSK, Gezi eylemlerinde geçmişindeki örneklere göre hayli ılımlı bir açıklama yaptı. Göstericilerin yanı sıra polis şiddetini de eleştirdi. Herkesi sağduyuya davet etti, tahriklere kapılmama temennisi ile bitirdi.
17 Aralık soruşturmasında tek başına değil bir dizi işveren ve işçi örgütüyle birlikte yapılan açıklamaya imza atmayı tercih etti. Söz konusu bildiri; birlik beraberlik mesajları, Türkiye’nin uluslararası imajını koruma çağrıları, “her zamankinden fazla ihtiyaç” kalıpları içeren, tanıdık bir metindi. Hükümete eleştiri yoktu, çözümü yeni anayasada arıyordu.
TOBB: Marjinal gruplar
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) Gezi direnişindeki mesajı beklendiği gibi, aslında gösteri özgürlüğünden yana olduğunu fakat marjinal grupların yakıp yıkmasına karşı olduğunu beyan ediyordu. Ülkenin huzur ve istikrarı her şeyden önce geliyordu.
TOBB 17 Aralık soruşturmalarında da, TİSK’in de katıldığı bildiri için çağrı yapan örgüt oldu. Hem yolsuzluğun hem paralel devlet iddialarının üzerine gidilmesini, çatışmalardan kaçınılmasını, yeni anayasa hazırlanmasını istedi.
MÜSİAD: Dezenformasyon
Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Gezi Parkı'nda en net tavır alan işveren örgütü oldu. Bildirgesinde, marjinal grupların polisi provoke etmesi, gösterilerin amacından sapıp ideolojik hareketlere dönüşmesi, hükümeti devirme ve devlet projelerini engelleme çabaları, Türkiye’yi dünyaya kötü gösterme, polisin tavrının diğer demokratik ülkelerden farksız olması, Almanya medyası, dezenformasyon, yani ne ararsanız vardı. Zaten her ekonomik büyümeden sonra karışıklık çıkarılırdı fakat Türk halkı da bin yıldan beri bu oyunu bozardı.
MÜSİAD’ın 17 Aralık yorumu da bundan farklı olmadı. Soruşturmanın ülke ekonomisine, itibarına ve güven ortamına zarar vermesinden endişe duydular, masumiyet karinesinin unutulmamasını istediler, piyasaya kalıcı zararlar verilebileceğinden dem vurdular, en önemli kazanımın huzur, güven ve istikrar olduğunu hatırlattılar.
TUSKON: Yakma, yıkma ve hakaret
Gezi direnişinde, Fethullah Gülen cemaatine yakınlığıyla tanınan Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ile MÜSİAD aynı bildiriyi imzaladılar. TOBB da bu bildirinin imzacılarındandı. Gazetelerde tam sayfa yayınlanan bildiride “yakma, yıkma ve hakaret hiçbir hukuk düzeninde hak kullanımı olarak değerlendirilemez” deniyordu. Bildiride polis şiddetiyle, hükümetin tavrıyla ilgili hiçbir eleştiri yer almadı.
Gezi direnişinde devlet şiddetine aldırmayan TUSKON, 17 Aralık soruşturmaları sırasında “gelişmiş ülkelerdeki uygulamaları ibret ve gıpta ile izlediklerini” açıkladı. TUSKON artık MÜSİAD’dan ayrı düşmüştü, yargının bağımsızlığına vurgu yaptı, emniyet ve yargı mensuplarının görevden alınması karşısında şaşırdığını söyledi. Yaşanılan sürecin çok ağır ekonomik ve ticari maliyetler getireceğinden, yurt dışından finansman sağlamanın zorlaşacağından endişe ettiğini bildirdi. TUSKON da MÜSİAD gibi kendisine tarihten dayanak aradı ve “benzer durumlarda nasıl reaksiyon verilmesi gerektiğine dair Türk ve İslam tarihindeki örnekler hepimizin malumudur” gibi bir cümle kurmayı ihmal etmedi.
İşte işveren örgütlerinin son altı ayda kamuoyuna açık siyasi etkinlikleri böyle oldu. Demokrasi, özgürlükler, evrensel hukuk, küresel değerler vb adına Anadolu sermayesine yapılan güzellemelere son vermek için bu kadarı yeterli. Çok kısa bir süre içinde yaşadıklarımız bütün varsayımların geçersizliğini gösterdi. Anadolu sermayesinin ekonomik tavrında İstanbul sermayesinden farkı yoktur, siyasi tavırda bir farklılıktan söz edilecekse bunun Anadolu-İstanbul ayrımına değil, siyasi gruplaşmalara ve güncel çıkarlara dayalı olduğu gayet açıkça görülmektedir. (BD/HK)