Yıllar önce eşimle birlikte bir hafta sonu Los Angeles’taki Venice plajında ikindi yürüyüşü yaparken iskelede altmışlı yaşlarda balık tutan bir adam dikkatimizi çekmişti. Sıra dışı bir şekilde oltasını okyanusa her gönderişinde misinasının ucundaki üç kancanın ikisine takılan büyük okyanus balıklarını kovasına atıyordu. Bizi duyacağı mesafede hem adamı izliyor hem de Türkçe olarak ne kadar şanslı ve becerikli olduğunu konuşuyorduk. Adam bir anda gülerek bize döndü ve Türkçe olarak “Yav gençler –o zamanlar bu sıfatı hak edecek ölçüde gençtim- amma da konuştunuz ha, bu kadar heves ettiyseniz oltayı vereyim size, biraz da siz tutun” deyince, hem şaşırdık, hem sevindik hem de mahcup olduk.
Şaşırdık ve sevindik, çünkü Allah’ın Los Angeles’ında ve hiç beklediğimiz bir anda Türkçe konuşan birisine rastlamıştık. Her ne kadar kötü bir şey söylemediysek de mahcup olduk, çünkü adamın yanında kendisi hakkında konuşmuştuk. Meğerse adının Mihran olduğunu öğrendiğimiz abimiz, artık Amerika’ya kök salmış üçüncü kuşak bir Kilis Ermenisiydi. Aksanlı ve aksayan Türkçesiyle uzun uzun bize kendisinin ve ailesinin tehcir hikâyesinden bahsetmiş, Türkçe konuşmayı ne kadar özlediğini anlatmıştı. Çocukluğunda evde daha çok Türkçe konuştuklarından ama artık git gide unuttuklarından, torunlarınınsa Türkçeyi hiç bilmediklerinden bahsetmişti. Karşılıklı iletişim bilgilerimizi alıp ayrılırken “Türkçe konuşmak bana çocukluğumu hatırlattı, iyi ki de karşılaştık” deyip, tuttuğu o derya kuzusu balıklardan birkaç tanesini de bize vermişti.
Sürgün olmanın, bir yazar için diğer sürgünlerden, Mihran Abinin sürgününden farklı bir yanının olduğunu bana ilk kez yazar Aslı Erdoğan hatırlattı. Uzun zamandır Almanya’da sürgünde olan Aslı Erdoğan bir röportajında “Sürgünün bir yazar için olumsuz bir yönü de dilinden sürgün olmasıdır. Bunu ilk altı ay, bir yıl hissetmiyor insan. Ben Türkçeyi çok iyi kullanan bir yazardım. Kimseleri beğenmeyen Fethi Naci bile bu yönümü övmüştür. Artık o Türkçem kalmadı, dildeki ustalığımı yitirdim, artık yazamıyorum” derken hem yüreğimizi dağlıyor hem de önemli bir gerçeğin altını çiziyordu.
Sürgünlük bu coğrafyanın sadece bugün değil, bin yıllardır kaderi olmuş bir gerçek. Bu yazıyı yazarken arşivi şöyle bir karıştırdığımda çok büyük yazarların, şairlerin sürgünlük yaşadığını tekrar hatırlayarak üzüldüm. Devrinin padişahlarıyla geçinemeyen Niyazi Mısri’den tutun Keçecizade İzzet Molla’ya, Ali Suavi’den Namık Kemal’e, Ahmet Mithat Efendi’den Ziya Gökalp’e kadar, Atatürk’le geçinemeyen Mehmet Akif Ersoy’dan Halide Edip Adıvar’a, Nazım Hikmet’ten Refik Halit Karay’a, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na kadar devirlerinin büyük yazar ve şairleri sürgünlüğü yaşamışlardır. Aslında sürgünlük sadece bu toprakların kaderi demek biraz haksızlık olur. Julio Cortazar’dan, Vladimir Nabokov’a, Stefan Zweig’den Thomas Mann’a, Herman Broch’tan Robert Musil’e kadar dünyanın farklı kıtalarından birçok yazar ve şair ömrünün uzunca bir bölümünü sürgünde geçirmiştir.
Sürgünlük, yani doğduğu büyüdüğü topraklardan, anılarının olduğu şehirlerden, evlerden sokaklardan, çeşmelerden, ağaçlardan, sevdiklerinin tümünden ayrı kalmak herkes için büyük kayıplara sebep olsa da varoluşu ve hayatta kalabilmesi dile, kelimelere bağlı olan bir yazar/şair için sürgünlük çok daha farklı kayıplara sebep olan bir süreçtir. Aslı Erdoğan’ın başka bir röportajında artık yavaş yavaş unutmaya başladığını gözleri dolu dolu söylediği, bir yazarın anadilinde çiçeklerin, ağaçların, kuşların, şehirlerin adlarını bir bir unutmaya başlaması ne kadar hüzün verici bir şey. Çünkü “ezan çiçeğinin, aksöğüdün, erguvanın, ökse otunun, kar sümbülünün, akşamsefasının, hanımelinin, iğde çiçeğinin” başka dillerdeki karşılıklarının hiçbiri o çiçeğin adı değildir. Çünkü anadilde hanımeli dediğimiz zaman sadece bir çiçeğin adından bahsetmiş olmuyor, o çiçeğin çıldırtan kokusuna karışmış sokağımızın kokusundan, o çiçeğin önündeki bir bankta lise aşkımızla ilk kez oturuşumuzdan, o çiçeği çok seven babamızın ölümünden de bahsetmiş oluyoruz. İngilizce “honeysuckle” dediğimizde ise sadece mayıs ayında açan fotosentez yapan bir bitkiden bahsetmekteyizdir.
Belki de tam da bu yüzden sürgündeki yazar ve şairler anayurtlarındaki kadar fazla ve güzel yazamıyorlar. Yazmaya devam etseler bile artık anadilde değil, sürgünlük yaşadıkları ülkenin dilinde yazmaya devam ediyorlar. Mesela Halide Edip Adıvar bütün en güzel eserlerini ya sürgün öncesi ya da sürgün dönüşü dönemde vermiş, hayatını anlattığı kitabını sürgünde İngilizce olarak “Memoirs of Halide Edip” adıyla yayınlamış, ardından sürgün dönüşü “Mor Salkımlı Ev” olarak Türkçe yayımlanmıştır. Bilmem katılır mısınız, Nazım Hikmet’in de sürgün öncesi şiirleri ve Rusya’daki sürgünlüğünün ilk yıllarındaki şiirleri son dönem şiirlerinden kat be kat daha güzel olan şiirlerdir. Sanki son dönem şiirlerinde anadilinin ruhu ölmüştür.
İnsanın anadilinden sürgün olması için her zaman doğup büyüdüğü topraklardan sürgün olması gerekmez. Bazen de doğup büyüdüğü topraklarda anadilinin konuşulması yasaklanır da, yazarlar anayurdundan sürgün edilmese bile anadilinden sürgün edilirler. Yazar bir süre sonra anadilinde yazmaya devam etse, buna izin verilse bile, o dili okuyabilecek insanların günden güne azalmasıyla okunamaz ve dolayısıyla yazamaz hale gelir. Dil becerisini kaybeder, anadilini unutmaya başlar ve artık anadilinde değil, o ülkede onlar için uygun bulunan dilde yazmaya devam eder. Bu ülkede Kürtçe yazamadığı için tüm şiirlerini Türkçe yazmak zorunda kalan Ahmed Arif, İnce Memed’leri Türkçe yazan Yaşar Kemal, bir kısım Kürtçe eseri olsa da epeyce bir Türkçe kitap yazan Musa Anter, Bejan Matur, Şeyhmus Diken ve değil Kürtçe yazmak, ailesinin ve kendisinin yaşamı tehlikeye girmesin diye uzun yıllar Kürt olduğunu bile gizleyen Cemal Süreya yurtlarından sürgün edilmese bile dillerinden sürgün edilmiş yüzlerce Kürt yazar ve şairden en çok bilinenlerdir.
Sürgün şair Nazım Hikmet’in Rusya’da sürgündeyken yazdığı “Memleket” şiirinde “Ne kasketim kaldı senin ora işi/Ne yollarını taşımış ayakkabım/Son mintanım da sırtımda paralandı çoktan/Şile bezindendi” dediği gibi başta Aslı Erdoğan, Arzu Yıldız gibi uzun süredir sürgünde olan, kelimelerden başka yaşama tutunacak şeyleri kalmayan yazar ve şairlerimizin anadillerindeki son kelimeler eskiyip zihinlerinde paralanmadan, anayurt ve anadillerine dönebilecek güzel günlerin gelmesi umuduyla… (AK/AÖ)