"Arama izniniz var mı?"
Artık rutinleşen aramalardan biri için evimizin kapısına dayanan polisleri, annem bu soruyla şok etmişti.
Yıllar önceydi. Ortada ne Avrupa uyum yasaları vardı, ne de "olağan hal". Polis-asker istediği zaman, istediği evi basıp arar, kimse de gıkını çıkaramazdı. İnsanların götürülüp kaybedildiği o günlerde, kanunlarda açıkça yazılı olmasına karşın, "arama iznini" sormaya yürek isterdi. Aramalardan canına tak eden annem, avukat dayımdan sorup öğrendiği hakkını, o gün savunmakta kararlıydı.
İstediklerini yapmaya alışkın polisler, şaşkınlıklarını üzerlerinden atınca anamla alay etmişlerdi:
"Hangi fakültedensin teyze?
Annem umursamamış, "Arama izni olmadan evimin kapısını açmam" diye tutturmuştu. Polisler, o gün anneme inat, evi daha bir tarumar etmiş, bir şey bulamamanın ve annemin direnişinin acısını da beraberlerinde götürdükleri küçük erkek kardeşimden çıkarmışlardı -- dişini kırarak. Ama eve ancak o belgeyi getirdikten sonra girebilmişlerdi. Annemin okuyamadığı o belgeyi.
Annemin okuma-yazması yok.
Televizyon-radyo haberlerini, açık oturumları, söylenenlerin satır aralarına hakim bir rahatlıkla izler, ama ısrarla getirttiği arama belgesini okuyamaz.
Türk Sanat Müziği'nin en nadide eserlerini, o yürek delen Kürtçe ağıtlar kadar ustalıkla söyler annem, ama oğluna birkaç satırlık bir mektubu karalayamaz.
Türkiye'den, dünyadan, erkeklerin kadınlara dayattığı kaderden, siyasetten, Kürtlerin yaşadıklarından uzun uzun Türkçe söz edebilir, ama resmi dairede imza yerine parmağını basar annem.
Türkçe ifadesi, Kürtçesi gibi içten, yalın ve akıcıdır fakat hayatının hikayesini kağıda dökemez annem.
Oysa verilecek ne dersler, aktarılacak ne erdemler var o hikayede.
İlim ilim bilmektir... İlim kendin bilmektir
Yaşadığımız coğrafyada "Xwenasin" (kendini tanıyan, aslını bilen) en büyük erdemlerden, tersi, yani "Xwenenas"in en kötü hakaretlerden biri olduğu terbiyesiyle büyüttü bizleri.
"Ne ailesi, ne de parasıdır insanı asil yapan. Aslolan insanın kendisini bilmesidir, der annem, "Aslını inkar edenin, ne kendisine, ne başkasına hayrı dokunur.
Anamın atasözü repertuarı engindir:
"Hesinê bê esas, ne dibîte tevir, ne dibîte mer, ne jî das (Aslı-esası olmayan demirden ne kazma olur, ne kürek, ne de orak.)
Annem (ve babam) bize özümüzden caymadan okumamızı öğrettiler. Altı kardeş Türkçe'yi ilkokulda öğrendik. Kürtçe gibi, Türkçe'ye de hakkını vermemizi istedi ikisi de. Ama evde, Mezopotamya'nın, annemin o kadim dili konuşulur.
O eve, karnelerimizle koşa koşa gittiğimiz günler geride kaldı ama karne günleri hâlâ gözleri dolar annemin. Mahallenin çalışkan çocuklarını ödüllendirir, daha az başarılıları cesaretlendirir.
Belki karnesini babasına gösterme hazzını o yaşayamadığı için. Ona sitem etmeye yüreği elvermez ama, "Xwezî min xwendiba, bila milekî min neba, der durur sadece, yani, "keşke okusaydım da, varsın bir kolum olmayıversindi.
O başı dik, onurlu duruşundan ödün vermeden, asaletinden eksiltmeden, Kürtlüğünden vazgeçmeden okumayı ne çok isterdi annem.
Başka anaların kızları
Kendisi gibi okumaktan mahrum kalmamamız için, biz çocuklarının üzerine titredi. En çok da üç kızının. Üniversiteye yollayarak diğer kadınlara örnek olmamızı istedi. Sadece biz değil, başkalarının kızları da okusun diye.
O, erkeklerden ısrarla kızlarını okula göndermelerini isterken, ortada "Haydi Kızlar Okula" yoktu daha.
O kampanya başladığında sevindik. Ama buruk bir sevinçti bizimkisi. Peşpeşe tanık olduğum iki olay, adını koyamadığım burukluğumun nedenini anlamama yardım etti.
Kampanya daha yeni başlamıştı. Çeşitli kesimlerden çoğunluğu gazeteci bir grup davetli, Istanbul"da, Boğaz"a nazır bir evde akşam yemeğine oturmuş sohbet ediyorduk. "Ah ne güzel, bak Hakkari"de okuyup avukat olmuş, diye bana sözümona "iltifat eden hanımefendi, "Haydi Kızlar Okula kampanyasıyla ilgili ne düşünüyorsun?" diye sordu. Masada oturan başka bir hanımefendi araya girdi:
"Ne düşünecek canım, Doğulu kızlar okuyup cehaletten kurtulacak. Ülkemizin en büyük problemi cehalet değil mi?"
Etraftan onay bekledi, ardından dönüp bana sordu: "Oradakiler de zaten cehaletten dolayı teröre destek vermiyor mu?"
Masadaki tek Kürt olan beni bu tatsız soruya cevap vermek zorunda bırakmamak için herhalde, büyük bir yayın grubunda çalışan gazeteci, söze girip kısa bir süre önce, kampanyanın başlarında yaşadığı bir olayı anlattı.
Haydi Kızlar Okula kampanyasına, çalıştığı gazete tam destek vermiş, muhabir ve yazarlarını otobüsle bölgeye göndermiş. O da gönüllü yazılıp, geziye katılmış. Uğradıkları illerin yetkilileri kendilerini çok sıcak karşılayıp ağırlamışlar. Hatta ikinci durakları olan ilin valisi kendilerini makamında kabul etmiş.
Neden geç kalınmış
Gazeteci devam etti: "Vali, uzun uzun kampanyanın hayatiyetinden söz etti, hatta geç kalındığını söyledi. O kadar hevesliydi ki, merak edip sorduk. Neden geç?"
"Vali, 'Efendim tabii ki çok geç kaldık, çünkü biz ne kadar çok Kürt kızına Türkçe öğretirsek, Kürtçe hayattan o kadar çabuk çıkacaktı. Türkçe öğrettiğimiz kızlar çocuklarına Türkçe öğretecekler ve zamanla Kürtçe bitecekti," dedi.
"Valinin konuşmasını bir sessizlik izledi. Hepimiz birbirimize bakakaldık. Kampanyanın böyle bir amaçla düzenlenmiş olabileceğini düşünmemiş, belki de inanmak istememiştik.
Gazeteci, anekdotu, "Odadan çıkınca kararımı vermiştim: Kürtlere yönelik bu vicdansız asimilasyon politikasını iğrenç buldum ve karşı durmasam da, uzak durmayı vicdan borcum saydım. İstanbul'a geri döndüm" diye bitirdi.
Donmuştum. O davet nasıl bitti, hatırlamıyorum.
Evde kalmış mutsuz yatılı kızlar
Boğaz'daki o geceden gazetecinin anlattıklarının dışında bir şey hatırlamıyorum ama birkaç ay sonra, yerlerinden zorla Hakkari'ye göçertilen köylülere yabancı bir grup gazeteciyle birlikte yaptığım ziyareti sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Çukurcalı kalabalık bir ailenin oldukça mütevazı toprak evine gitmiştik.
Evdekilerin tümüyle konuşmuştuk ama gazetecilerden birinin aklı ailenin on, on iki yaşlarındaki iki kızında kalmıştı. Konuk, "Hangi dilde konuşuyorlar diye sorduğunda, küçük kızların diğerleri gibi Kürtçe konuşmadıklarını, Kürtçe sorularımı Türkçe cevapladıklarını fark ettim. İngilizce'ye tercümenin zorluğundan olsa gerek, dikkat etmemiştim. Gazeteci garipsemişti. "Biz Kürtçe'yi tam anlayamıyoruz" dediler.
Kızların neden o kadar mutsuz göründüğü sorusuna cevapları, hepimizi çarptı:
"Çünkü bugün tatil, okul kapalı; evde kalmak zorundayız."
Hafta içi okulda yatıyor, hafta sonu evci çıkıyorlarmış. Eve gelmek istemiyorlarmış:
"Çünkü oranın yerleri de, duvarları da beton. Sıcak su yukarıdan akıyor. Toz yok, çamur yok. Çoğunu beğenmesek de, sıcak yemek var."
Çamur sıvalı, iki odalı evde kalabalık aileleriyle olmaktansa, annelerinin dilinin yasaklanıp inkar edildiği ama betondan, banyolu, kimi zaman sıraya dizilip, erkek tıraşı gibi saçlarının kesildiği kız yatılı okulunda, çoğu zaman aç kalmaya razı oldukları her hallerinden belliydi. İktidarın dilini öğrenip, analarının diline veda etmişlerdi. Çalışıp üniversiteye girmek, buralardan bir an önce gitmek istiyorlardı.
Bütün bölge, yatılı bölge
Evdeki iğreti duruşları, ailelerine, köklerine yabancılıkları her hallerinden okunan o kız çocuklarını hatırladıkça içim kararır, yüreğim kabarır, gözüme yaşlar dolar.
işte bu yüzden, insanlığımın, kadınlığımın, Kürtlüğümün ve yurttaşlığımın terazilerine vurduğumda, "Haydi Kızlar Okula" güdük, eksik kalıyor. Bu coğrafyanın kadınlarının içler acısı durumuna çare, tabii ki, Mevlana'nın dediği gibi "ilim bilmek"tir.
Peki, ya "kendin bilmek"? Yoksul Kürt ailelerinden koparılıp yatılı bölge okullarında devşirilen, köklerinden, anne babalarından utanan kuşaklar yetiştirmek mi insanca çare? Bütün bölgeyi bir yatılı bölge okuluna dönüştürmek mi kardeşçe çözüm?
Çukurcalı o küçük kardeşlerime, Kürtçe hiç de utanılacak bir dil değildir, demek istedim. Ama çocuklarının kendilerinden utandığını gariban anne babalarının yüzüne vurmaya yüreğim el vermedi. Sustum.
Anama aşkımın dili
Rahmetli ninemin tadına doyulmaz masallarının, canım annemin unutulmaz ninnilerinin dilidir Kürtçe.
"Xwedê ecela muhrîyekê jî bi destê zarokên min nede (Allah bir karıncanın bile ecelini çocuklarımın elinden vermesin) diye dua eden anamın dilidir.
Bana sevmeyi öğreten anama aşkımın dilidir Kürtçe.
Bilgi aşığı annem, 60'ından sonra okuma-yazma öğrenmeye karar verdi. Bizim okuduğumuz romanlar kesmedi. Telefonun üzerindeki rakamları ezberlemek yetmedi anama. ismini yazabilmek yetmedi. "Okuyacağım" diye tutturdu.
Alfabe aşığı anam, "q, w, x, ê" dahil, harfleri birer ikişer söküyor. İlk mektubunu Başbakan'a yazacakmış. TRT Şeş için "sihhet xweş... ama göstermelik değil temelli olsun" diyecekmiş.
Sonra da, torunları için okulda Kürtçe ders isteyecekmiş. Kız ya da erkek, bütün çocuklar, anadilleri unutturulmadan okuyabilsinler diye. Hayırlı evlatlar olsunlar diye -hem analarına, hem vatanlarına.
Kürtçe sadece ahların ve ağıtların, Türkçe de arama izinlerinin dili olmasın artık diye. (RTK/TK)
* Avukat Rojbin Tugan Kalkan'ın yazısı, 24 Mart 2009'da Yüksekova Haber'de yayınlandı.