Yağmurlu Amsterdam'a varır varmaz tren garından bindiğim taksinin şöförüyle İngilizce anlaşmakta zorluk çektiğimizi fark edince, başka hangi dilleri konuştuğunu sordum.
Daha önce bu meslekte çalışanlardan yabancı kökenli olanlarına rastlamış, fakat bu genç hakkında ilk anda fazla bir tahminde bulunamamıştım.
Şoför "Türkçe" deyince hemen Türkçe iletişim kurabileceğimizi belirttim. Yakışıklı bir genç olmasına rağmen kaşlarına şekil vermek üzere aldırmış olması beni muallakta bırakan esas unsur olmuştu. "Türk müsün abi?" diye sorunca, "Hayır, değilim" dedim.
- "Evet ama Türkçe konuşuyorsun!"
- "Evet, ne olmuş?"
- "Nasıl yani, nerede doğdun?"
- "İstanbul'da"
- "O zaman Türk'sün!"
- "Değilim, ama İstanbullu'yum"
- "İstanbullu'ysan Türk'sün" diye ısrar ediyordu.
- "Hayır değilim!" diye direttim.
- "Ama nasıl olur, İstanbul'da doğduysan Türk'sün, niye Türk olduğunu söylemiyorsun?" derken tonlamasındaki şiddet artıyordu.
Gayet sakin ve huzurlu vardığım Amsterdam'da bu takıntılı tavır sabrımı taşırdı ve
"Türk değilim, Kürt olabilirim, Ermeni olabilirim, Rum veya Yahudi olabilirim, Süryani, Arap veya Çerkes olabilirim..."
- "Ama fark etmez, yine Türk'sün"
- "Peki sen Hollandalı'mısın?"
- "Evet, Hollandalı'yım, sen de Türk'sün!"
- "Değilim ve rica ederim bu anlamsız tartışmayı daha fazla sürdürmeyelim… Gelir gelmez beni sürüklediğin şu hale bak!"
- "Anlamıyorum, ben mi sizi sürükledim? Ama niye Türk olduğunuzu söylemiyorsunuz?"
Kısa bir süre sonra şehrin tarihi merkezine yakın arabadan ineceğim noktaya varmış, bagajdan valizimi indiriyorduk ki "Size iyi eğlenceler diliyorum" dedi, "Eğlenmeye değil, çalışmaya geldim" diye karşılık verdiğimde "Kolay gelsin o zaman" diye arkamdan seslenirken tonundaki kibir ve küstahlıkta hiç azalma yoktu, aynı zamanda milliyetçi bir tacizde bulunduğunun pek farkında da değil gibiydi.
Flamenko'nun kraliçesi La Chana
Antonia Santiago Amador, namıdiğer La Chana 60 ve 70'lerde, özellikle İspanya televizyonuna çıktıktan sonra ününün zirvesine ulaşmış, Peter Sellers'in The Bobo filminde rol aldıktan sonra Hollywood'dan bile teklif almıştı. Ülkenin en revaçtaki Flamenko dansçısı olmasına rağmen, ataerkil Roman toplumunun katı kuralları kocası tarafından empoze ediliyor, kariyeriyle ilgili bazı kararlar kendisine danışılmadan alınırken sık sık dayağa maruz bırakılıyordu.
Hayatı hiç kolay olmadı, inişli çıkışlı yıllardan sonra La Chana'yı kendisiyle aynı adı taşıyan belgeselde, zor yürümesine rağmen sandalyede oturarak dans etmeye can attığı bir dönemde görüyoruz. Bir zamanların büyük yıldızı artık pek hatırlanmayan, evde ailesine bereketli paellalar pişiren sevecen bir büyükannedir. Narsist divalarla gayet alakasız mütevazi tavırları, ilerlemiş yaşına rağmen durulmamış enerjisi, filmin dünya prömiyerinin yapılmakta olduğu Amsterdam'da seyircileri büyüledi.
Yönetmenliğini Lucija Stojevic'in yaptığı La Chana adlı belgeselin gösterimi sona erdikten sonra Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali (International Documentary Film Festival Amsterdam - IDFA) moderatörü tarafından flamenko kraliçesinin aramızda olduğunun söylenmesiyle salon La Chana'yı ayakta alkışlıyordu, gözlerimizde yaşlarla…
Fuayede göz göze geldiğim anda minnet ve takdir duygularımı bakışlarımla kendisine iletmeye çalışıyorken yanıma yaklaştı, elimi uzattım, beni kendisine çekerek sıkıca sarıldı, öpüştük. Sahnede de ifade ettiği üzere sevgi onun için en önemli değerdi ve etrafına sevgi dolu enerjisini yayarken herkesi aurasının etkisi altına alıyordu.
İspanya, İzlanda ve ABD ortak yapımı, IDFA'nın sonunda açıklanan gayet prestijli seyirci ödülünü kazandı. Orijinal olma iddiasını pek taşımamasına rağmen amacına kesinlikle ulaşan belgeselin Türkiye'de de seyirciyle buluşması dileğiyle…
IDFA 2016 raporu
Bu sene festivale yapılan 3.495 eser başvurusundan 297'si IDFA'da yer aldı, 102 tanesinin dünya prömiyeri Amsterdam'da gerçekleşti. Sergei Loznitsa hem kendi eserleri hem de seçtiği on adet favori belgeselle bu seneki IDFA'nın özel konuğu oldu. Etkinliğin seyirci kapasitesi bu sene 280 bine ulaştı, sektörden 3.300 profesyonel IDFA için Amsterdam'daydı.
Genelde sabah onda başlayıp geceyarısına doğru biten gösterimlerde ben, günde en az dört, en çok yedi olmak üzere IDFA'nın programında yer alan pek azı kısa, çoğu uzun metrajlı 63 belgesel seyrettim; daha önce görmüş olduklarımla bu sayı 80'i aşıyor.
Çok kısa yemek ve tuvalet aralarıyla gerçekleşen koşuşturmada seyretmesem de olurdu dediğim iki belgesel, yarısında çıktığım tek bir yapım oldu. Prodüktörlüğünü Talking Heads'den David Byrne'ün yaptığı müzik içerikli belgesel ABD lise öğrencilerinin müsameresine odaklanıyordu. İç kıyıcı şarkılara katlanmak zorunda olmadığımı idrak ettiğim anda Contemporary Color'un perdeye yansıdığı salonu hızla terk ettim.
30 yıllık festivaller tecrübemde bir filmi ilk defa dördüncü IDFA'mda iki kere seyrettiğimi bu arada belirtmem gerekiyor.
Rolling Sones'la Latin Amerika turnesi
Gezegendeki adeta tüm kötülükleri yansıtan, birbirinden üzücü ve iç karartıcı belgeseleden sonra günde en azından bir iki tane hafif içerikli ve bilhassa müzik konulu filmler seyretmeye çaba gösteriyordum. Festival'in son Cumartesisi, geç bir gösterim saati olmasına rağmen Fidel Castro'nun öldüğünü duyduğum günün gecesi, The Rolling Stones Olé Olé Olé! A Trip Across Latin America'yı tekrar seyretmeye karar verdim.
Klasik belgesellerinin tüm klişelerini yönetmen Paul Dugdale cömertçe kullanıyor olmasına ve bendeniz özel bir Rolling Stones hayranı olmamama rağmen, beni filme çeken unsurları eseri ancak ikinci seyredişimde kavrayabildim: Bazıları hayatları boyunca canlı performansına şahit olmadıkları grupla bütünleşip, tek bir ruh, tek bir ses halinde şarkı söyleyen, soyunarak haykıran, dans edip tepinen Latin Amerikalılar'ın enerjisi bana sahip olmuştu.
Yıllar boyunca dilime dolanmış (I can't Get No) Satisfaction şarkısını doya doya duyumsarken, çocukluğumda adadaki diskoya girmem mümkün olmadığından dışarıdan gizlice dinlediğim Paint it Black ile grubun hayatımdaki tarihi rolünü kavradım.
Keith Richards gösterilen muhteşem ilgi karşısında mahçup olduğunu belirtiyordu.
İsyanın, hürriyetin, hedonizmin sesi Uruguay, Arjantin, Peru, Brezilya, Kolombiya, Meksika ve son olarak Küba'da yankılanıyor, onbinlerce sıcak kanlı insanın doldurduğu stadyumlar ve özellikle Havana'da seyirciye tahsis edilen dev park, tek bir organizma haline gelip müzikle bütünleşiyor, adeta göğe yükseliyordu; darısı tüm dünyalıların başına…
Amsterdam'da berber macerası
Şehre geldikten kısa bir süre sonra, hızla uzayan saç ve sakalımaşekil verdirmek için misafir edildiğim mahalledeki üç berberden en erkenci olanını seçmek durumundaydım. Türkiye'li olduğunu isminden tahmin ettiğim berberin dükkanına girdiğimde o anda tıraş edilmekte olan kişi aynadan gözlerini bana dikerek davudi bir sesle, yalnız mekanı değil, adeta tüm Amsterdam'ı sahipleniyormuşçasına bana "Hoşgeldin!" dedi; hiç haz etmediğim bir karşılama şekli gibi gelse de saygıda kusur etmeyip "Hoşbulduk" diye cevap verdim. "Yorgun görünüyorsun" diye devam etti, bir televizyon dizisinden fırlamış, seviyeli ama kesinlikle muktedir bir erkeğin edasıyla. "Evet, çok yorgunum, özellikle ruhum daha da yorgun" derken muhabbetin bir an önce bitmesini diliyordum. Beni tıraş edecek çırak gelince dikkat başka taraflara kaydı, fakat mevzubahis şahıs tüm dükkanı boyunduruğu altına almış bir vaiz gibi Türkiye'den gelen acı haberleri tamamıyla hükümet yanlısı bir bakış açısıyla yansıtıyor, mekanda bulunanların herhangi bir katkıda bulunmasına imkan tanımayacak kadar otoriter, hatta tehditkâr bir tavır sergiliyordu.
Kısa bir süre sonra çırak benim nereli olduğumu sorduğunda "Bizanslı'yım" demek geldi içimden. "Nasıl yani?" dediğinde "İstanbullu'yum" dedim. Çırak: " Bizanslılar oraya mı gelmiş, ne zaman gelmiş, nereden geçmiş" gibi birşeyler geveledikten sonra "Eh, İstanbul'un keyfini sürüyorsundur herhalde!" diye devam edince, "İstanbul'da boğuluyorum, gökdelenlerden, alışveriş merkezlerinden, betondan, asfalttan bıktım, bana yeşil vadiler, ırmaklar, dağlar lazım, açık hava lazım, İstanbul'da bunlar yok" derken bu sefer, nispeten tiz tonlarda tınlayan benim sesimden dolayı dükkanın içindeki atmosfer sanki donmuş, konu kapanmıştı…
Sosyetik estetik
İsrail'in fanatik Yahudi işgalci kesimini konu edinen Shimon Dotan'ın The Settlers belgeseli ile Vogue dergisi katkılı, Metropolitan Müzesi dünyasını irdeleyen The First Monday in May adlı film arasındaki tercihimi, yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı ikincisinden yana kullandım.
New York'taki iddialı müzenin yararına her Mayıs ayının ilk pazartesi günü düzenlenen hayır galasına ve moda dünyasının en cilalı ifadelerine, tüm ayrıntılarıyla vakıf oluyoruz. Film, Vogue'dan Anna Wintour en başta olmak üzere, belgeselin çekildiği sene hazırlanmakta olan Çin hakkındaki serginin küratörü Andrew Bolton, sergiye katkıda bulunan Wong Kar-Wai ve Baz Luhrmann, Jean Paul Gaultier, o gece sahneyi şenlendiren Rihanna gibi isimlerin resmigeçidi durumunda.
Moda tasarımlarının sanat olup olamayacağı konusunda tartışma devam ederken Metropolitan Müzesinde, Çin kültürüne dair teşhir edilen kıyafetler, olağanüstü dekorlar içinde seyircinin gözünü kamaştırıyor. Yönetmen Andrew Rossi bizi tüketim dünyasının elit zirvelerinde dolaştırırken, gittikçe çirkinleşen dünyamızda maruz kaldığımız estetik yoksunluğunu telafi etmemize bir nebze imkân tanıyor.
İlle de berber
Aynı berbere, başıma bir şeylerin gelme ihtimalini bile bile üçüncü ve son gidişimde, kafama kurutma makinesi tutulduğu için dükkanın kapısından başını uzatıp berbere bir iki laf söyleyen kişinin Bulgarca konuştuğunu duyamamıştım. Mevzubahis kişi söyleceğini bitirip ayrıldığında, tıraş olmak üzere dükkanda bulunan yirmili ve otuzlu yaşlarındaki üç erkek kardeş anında tepki verdi. Grup olmanın verdiği güven ve cesaretle mekânın atmosferine bir süredir hakimmiş gibi davranan kardeşlerden biri berbere dönüp, "Demek Bulgarsın seeen…"
Yerlerinde pek duramayan sert görünümlü cılız "abiler"in rengi epey soluk, ama enerjileri yerindeydi.
Makul bir ses tonuyla berber "Bulgaristanlı'yım" dedi.
- "Hayır hayır, Bulgarsın! Nerede doğdun?"
- "Bulgaristan'da"
- "Madem Bulgaristan'da doğdun, Bulgarsın!"
O kadar ısrar ettiler ki dayanamarak :" Peki ben İstanbulda doğdum, ben neyim o zaman?"
Kısa bir sessizlikten sonra "Ermenisin!" dedi genç olanı, dersini yi çalışmış zıpır bir oğlan gibi.
Cihangir ve adada şekillenmiş telaffuzum onları yanıltmıştı: "Yaklaştın…" dedim ve konu nedense hemencecik kapandı.
Dükkandan çıkarken üç kardeşin, gaza gelmiş maço tavırları adeta kaybolmuş, siyasete kayma ihtimali varmış gibi görünen konuşmalar, aralarında koyu bir Karadeniz şivesiyle ifade edilen şakalaşmalara dönüşmüştü. Bir mozağiyin parçası olduklarını hatırlayıp bunu belki içgüdüsel bir şekilde dışa vurabilmelerini, her yerde pompalanan sığ milliyetçi politikaların çirkefliğinden üstün olmasına bağladım…
Doludizgin saykadelik
Rock, punk ve pop dünyasının gayet ışıltılı olduğu dönemlerinin en aktif fotoğrafçısı, en başta Lou Reed, David Bowie ve Iggy Pop olmak üzere birçok müzisyeni kamerasına sığdıran Mick Rock'tu. Onlar ve daha birçokları, kendilerini görmek istedikleri şekilde görebilen ve gösterebilen fotoğrafçı sayesinde o gayet meşhur imajlarını oluşturdular.
Saykadelik bir görüntü tüneliyle bizi o yıllara ilk andan itibaren sürükleyen Shot! The Psycho-Spiritual Mantra of Rock adlı 98 dakikalık uzunca belgeselin yönetmeni Barnaby Clay.
Kült haline gelmiş birçok albümün kapaklarında Mick Rock'un çektiği fotoğraflar yer almış, Mick yeni yeni parlamakta olan yıldız adaylarındaki ışıltıyı zamanında farkedip değerlendirmiş, şarkılarına videolar çekmiş. Lou Reed'in klasikleşmiş Transformer albümününün kağağı Mick'in eserlerinden sadece biri.
Belgeselde, o yılların çılgın partilerinin, uyuşturucu ve uyarıcı alemlerinin, müzik piyasasına dair özel bilgilerin içine dalıyoruz. Andy Warhol'un da dahil olduğu bu dünyadan bir süre uzaklaşmak zorunda kalan Mick Rock belgeselde adeta günah çıkarıyor, yalnızlık ve sefalet içinde kaldığı senelerin, hatta tüm hayatının hesabını yapıyor.
Aralarında Debbie Harry veya Amanda Lear gibi fotoğraflarını çektiği ünlülerin yanında, dönemin punk kahramanları Sex Pistols ve Ramones'i yakalamayı başardığını da görüyoruz.
Birbirinden renkli hikayeler, halüsinatif hatıralardan yola çıkarak oluşturulmuş görüntüler, hiç bir yerde yayımlanmamış fotoğraflar, ses kayıtları ve daha birçok unsur belgeseli kesinlikle zevkli bir seyirlik haline getiriyor.
Aralarda ister istemez ortaya çıkan tempo düşüklüklerine fazla ağırlık verilmediği taktirde bu belgesel, IDFA'nın son günü, son seansta seyredilebilecek en tatmin edici eser, seneye tekrar Amsterdam'a dönebilmek için en etkili motivasyon unsuruydu… (MT/HK)