Fotoğraf: Pınterest
Tanrı’nın cennetinde faunanın korosu başlamış. Ağustosböcekleri, çekirgeler ve daha adını bilmediğim onlarca böcek çalılıkların içinde şarkı söylüyor. Mor kanatlı bir kelebeğin peşindeyim.
Sokaklar önümüze bir Dali tablosu çiziyor. Her renk kabından taşmış, soyuttan somuta, kaostan şekle doğru bir tuvalin içine giriyor. Mevsimin sisleri kalın. Şimdi şehrin bu yamacı, hacimli kalabalığı, balkondan balkona renk renk çamaşırları, yeşili, sarısı, kiremit rengiyle sisin içine nakşedilmiş bir Guernica tablosunu andırıyor. Delice akan yaşam nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan köprüler adeta yıkılmış. Aynı yazgı içine hapsedilmiş binlerce insan patlama sonrası Beyrut’unda alt alta, üst üste yaşamaktadır.
Ninemle sohbet ederken onu sıklıkla uçsuz bucaksız bir rüyada gezinirken buluyorum. Kelimeleri özenle seçerek konuşuyor. Sözcükleri eski bir zamanın oyalı patiskadan örtüleriyle sarmalanmış gibi. Konuşurken kırışmış dudaklarından boğuk dalgalar biçiminde sesler çıkarıyor. Muşmula çürüğü elleri havada biraz sonra kontur kazanacak şekiller çiziyorlar. Dişleri yaşlılıktan dökülmüş. «Bugün zaten yarın değil mi oğlum?» diye soruyor.
Beyrut’u patlamadan çok Trimalchio’cu doymazlık ve savurganlık yıkmış. Trimalchio, Petronius’un milattan sonra birinci yüzyılda yazdığı Satyricon adlı yapıtında, ayrıcalıklı ilişkileri sayesinde büyük bir servet edinmiş bir karakterdir.
Sonradan görmeliğin vücut bulmuş hali olan Trimalchio, verdiği rezil müsrif şölenler ve görkemli yemekli davetleriyle biliniyor.
Lübnan "Trimalchio'nun Ziyafeti"nde betimlenen bir çeşit savurganlık ve nepotizm ile yıllardan beri yağmalanıyor. Asıl kötüsü, Trimalchio ziyafetinin büyük felakete rağmen devam ediyor olmasıdır.
Ninem, hep bir yerden bir yere gitme, sürgün ve göç üzerine kurgulanmış bir hayat sürmek zorunda kalmıştı. “Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir” derdi.
Bu yüzden babaannemin geçmişi, kaçınılmaz olarak bölük pörçük ve paramparçaydı. Ama o, adeta Malaouf’çu bir yaşam yasası uyarınca, hayatın kapıları yüzüne defalarca kapanmasına rağmen kendi kendine hayatının sona ermediğini tekrar etti. Ve işte sırf bu yüzden, yine Malaouf’çu bir yaşam ilkesi uyarınca, “bir yerde beni mutlaka bekleyen bir şehir vardır” deyip bir gemiye bindi. 1920’ler Antakya’sına vardığında, aslında sona erenin hayatlarının birincisi olduğunu ve başka bir diğerinin başlamak üzere olduğunu fark etti. Orada hayatını onarıp yeniden yaratmaya çalıştı. Fakat beklediği yarınlar dünde kalmıştı.
Serbest piyasa, insan kültürlerini, çoğunlukla derinden hissedilen insani bir gereksinimin eğretilemesi olarak, yaşayan ölülere dönüştürdü. Neredeyse bir zombi toplumu gerçekliğinden söz edebiliriz. Bir mecaz olarak zombi, yaşayan ölülere doğrudan gönderme yapması açısından herkesçe anlaşılan bir anlatı çerçevesi sunuyor.
Zombi mecazının işlediği derin korku, akılcılığımızı, gerçeği yalandan ayırabilme yeteneğimizi, diğer insanları bizimle aynı haklara sahip dost türdeşlerimiz olarak görebilme yeteneğimizi, etkenliğimizi, özgürlüğümüzü, kısacası bizi insan yapan şeyleri yitirmek üzere olmaktan duyduğumuz korkudur.
Ülkemde de Beyrut’ta karşılaştığım toplumsal agoniye yakın bir durum sezinliyorum. İnsanların duyguları adeta anestezi altında, her şeyi görüp her şeyi işitiyorlar ancak artık hiçbir şey hissetmiyorlar. Birkaç gün öncesinden kurgulanmış «müjdeler» insanların umurlarında bile değil. Bıçak sırtında, açlığa yakın bir yaşam sürmenin, hayatla sonsuz bir boğuşma içinde debelenmenin bıkkınlığı, yorgunluğu, amiyane tabirle «bujinin meme yapmasına» benzer bir durum meydana getirmiş.
Çok çalışan anne babaların değil de kolay ve emeksiz para kazanan kişilerin rol model olarak alındığı bir toplum, yeni kuşağa ilişkin çok umut vermiyor.
Neoliberal benlik, sosyal sınıflar arasında geniş güç asimetrileri yarattı. Oysa sosyalist hümanizm ırk yükünden kurtulmaya çalışan ezilmişlere uzun bir sağaltım süreci önermekteydi.
Bu sağaltım, önce dil ve algılayışta başlamalıydı. ‘Öteki’ne maruz kalmayı kabul etmekle yol alan bir süreçti bu. İnsan olmak işte bu gerçekliğin öğrenilmesiyle başlıyordu.
Amin Maalouf, Ortadoğu insanını «her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen» şeklinde nitelerken Lübnan’ın ya da ülkemin kötücül yazgısına müdahil önemli bir değişkene gönderme yapmaktaydı.
Bu değişkenin adı duygusal anestezinin etkisi altındaki sahte, kaderci sosyalliktir. Maalouf, «Yolların Başlangıcı» adlı öyküsünde, “gerçek, çok ender toprağa gömülür; utanma, acı ya da kayıtsızlık perdelerinin arkasına sinmiştir sadece; onu açığa çıkarmanız için sizin de bu perdeleri aralamayı tutkuyla istemeniz gerekir” der.
Bence bu saptama toplumsal agoniden nasıl kurtulacağına dair doğrultular sunar.
Kurbanların adına birkaç mum yakmak için patlamanın yaşandığı yere yakın bir kiliseye giriyorum. Daha sonra oradan çok uzakta olmayan bir camiye yöneliyorum. Tapınaklarda herkes ötekilerinin duasını sustursun diye kendi tanrısına yakarıyor.
Beyrut’ta zamanın iki boyutu var; uzunluğu güneşe, derinliği, inandığınız tanrı kim olursa olsun, ortak yazgıya bağlı.
Erkek kardeşim, annemin bana gösterdiği yoğun ilgiden sürekli yakınırdı. Bu yakınmalarından bunalmış olacak ki annem bir gün ona şu yanıtı vermişti: «Bedevi bir kadına bir gün en çok hangi çocuğunu sevdiğini sormuşlar, ‘hasta olanını iyileşene kadar, en küçüğünü büyüyene kadar, yolda olanını da eve dönene kadar’ demiş». Bu yanıttan sonra kardeşim bu mevzuyu bir daha açmamıştı.
Toplumsal adaletin gözetildiği yönetim biçimlerinde «devlet ana», annemin bana gösterdiği gibi, zayıflara pozitif ayrımcılık gözetir.
Oysa Türkiye, kralına karşı haklı olan vekilin, kocasına karşı haklı olan kadının, subayına karşı haklı olan erin iki kat cezaya çarptırıldığı bir toplumdur. Çünkü böyle toplumlarda zayıfların haklı olması bir suçtur.
Maalouf eserlerini, harflerden, sözcüklerden, cümlelerden, paragraflar, sayfalar ve bölümlerden oluşan ve binlerce karmaşık dilbilgisi kuralının bir cehenneme çevirdiği bir anlaşılmazlık ve bilinmezlik evreninin korkutucu iticiliğiyle yazmamıştır.
Amin Maalouf'un yapıtlarında, şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşan bir dünya vatandaşı portresiyle karşılaşırsınız.
Yazarın taşıdığı melez kimlik, protagonistin karakterine yedirilir. Öykülerindeki kahraman işte bu yüzden kimlikler üstü bir konuma sahiptir. Böylesi bir figür kurgusu, dinsel alt kimlikler nedeniyle sosyal bütünlüğü paramparça edilmiş Lübnan gerçeğine sert bir itiraz niteliği taşır.
Maalouf «Ölümcül Kimlikler» isimli deneme kitabında, “nereden yaralanırsanız orası kimliğiniz haline gelir." diyerek kanayan sosyal yaraları ancak evrensel dünya vatandaşlığı bilincinin sarabileceğine olan inancını açığa vurur.
Ninem farklı aidiyetlerin toplamı bir kadındı. Benliğinde, dinleri Hıristiyan, devletleri Türkiye, dilleri Arapça, şehirleri Antakya ve Beyrut, tarihsellikleri Fenikeliler, yurtları Lübnan Dağı olan farklı aidiyetlerin her birinin kendine özgü bir çekmecesi bulunuyordu. Bu aidiyetler, tarihin gösterdiği birçok kıyımın da kanıtladığı gibi, uyum içinde yaşamıyorlardı, ama bu çekmecelerin arasında bir geçişkenlik, fiziki ve gönül sınırlarında belirli kaymalar gözlemleniyordu.
Maalaouf’un kitaplarında da tarihsel gerçeklik ile kurgu arasındaki sınır geçişkendir. Kişisel ve toplumsal yazgı, anlatıcının kişisel kaderi ile büyük devletlerin kaderleri, ninemin kişisel yazgısı ile Asya Türkiye’si yazgısının Antakya kavşağında kesişmesi misali, bir tarihsel uğrakta kesişerek iç içe geçer.
İnsanlar ve toplumların yazgıları, görünüşteki keskin hatlarla çizilmiş ayırımlara karşın, aslında her an birinin bir diğerine tarihsel fonda değerek geçişebileceği yarı geçirgen yapılar olarak betimlenirler.
Böyle bir yazgılar ve kimlikler sentezinde, ne geçmişte büyük kıyımlara yol açmış kıyıcı milliyetçiliğin ne de askeri başarılarla övünmenin bir olanağı kalmamaktadır.
Bundan yaklaşık yüz yıl önce Lübnan Hristiyanları kendilerine Suriyeli demekte bir sakınca görmüyorlardı. Kutsal topraklarda yaşayan Yahudiler kendilerini Filistinli kabul ediyorlardı. Abdo dedem de kendini Osmanlı yurttaşı olarak görmek istiyordu. Zira bölge o zamanlar henüz yapay sınırlar ile birbirinden ayrılmamıştı. Maalouf’un sözünü ettiği «ölümcül kimlikler» toplumsal katmanların derinliklerinde uyuklarken bölgenin adı "Asya Türkiye’si”ydi.
Ninem düştü düşecek, çaresiz kırık yüreğini bir başka yüreğe yaslanmak umuduyla Antakya’da Cneydo denen Hristiyan bir hudut köyüne sürmüştü. Çünkü vuslat denen şey onun için gül ağacının dibinde, en güzel bahar yağmurlarıyla ıslanan bir Hıdrellez dileğiydi, Amin Maalouf’un “Uzaktan Aşk” librettosunda betimlediği gibi, «Gözlerini asırlık akşamlara diken suskun bir umuttu. Bir bekleyişti, yıkıldı yıkılacak.».
Maalouf’un soyut aşkına maruz kalan kahramanımız direngen bir tine sahiptir:
«Hayal kırıklıklarım olmadı hiç, hayallerim de. Susuzluklarım olmadı hiç, suya kanışlarım da. Bahar çiçeklerinden öğrendim zamanın çabuk geçtiğini. Hayat, öylesine ürkek duruyordu yakamda. Seslerin şaşaasından sıyırdım zamanı. Damlaların izlerini söktüm topraktan. Bir avuç kor aldım, ateşlerin en tutsağından. Bin nefes verdim ölümüne hasret bir cana. Ağaçlar meyveye durdu, dallar çiçeğe. Ben siyah bulutlarda demlenen baharları sevdim.».
Sevgilinin fiziksel yokluğu bir yurt hasreti ile özdeşleştirilir, onun düşsel izdüşümü bile yeni iklimlerin oluşması için yeterlidir:
«Şimdi gidersen, bir çığ gibi saplanır hasretlerim, bekleyişlerin yüreğine. Kalırsam, zamanların ötesinde yepyeni bir iklim başlar hepimiz için. Başlarsan huzurla yudumlarım her sabahı. Bitirirsen keskin bir sızı düşer, iyileştiğini sandığım bütün yaralarımın üzerine. Anlarsan anlatırım, sustalı bir yalnızlığa benzeyen gecelerimi. Konuşursan dinlerim; hiç bıkmadan, usanmadan. Verirsen saklarım kilitli sandıklarda. Tutuşturursan yanarım, hiç korkmadan. Seversen; küçülürüm, ufalanıp yok olurum sende...”.
Halil Cibran'ın "İnsan hayatında iki kişiye âşık olur, biri hayallerinde yaşattığı diğeri ise hiç doğmamış olandır" özdeyişi bu yazgısal aşkta doğrulanır:
“Beni tanımamış bir adamın duluyum ben. Hiçbir zaman hiçbir erkek çukurlaştıramayacak yatağımı."
Maalouf’un Uzaktan Aşk’ı, günümüzün herkese boncuk dağıtan günübirlik aşklarına, sosyal medya profil fotosuna göre seçilen ve istenilen her açıdan resimlerle de teyit edilen sanal, maddiyat odaklı maneviyatsız aşklarına sert bir itiraz niteliğindedir.
Amin Maalouf, yan yana gelmesi fiziksel olarak zor olan aşıkların tamamına hitap eder. Engel bazen mesafe, bazen şartlar bazen de kişiliklerdir, ama fark etmez, asıl olan aşkın kendisidir. Zira her koşulda ontolojik kanıtlar olmadan da varlığını sürdüren nadir hislerden biridir aşk.
Ninemin Jozef dedeme beslediği aşk da işte öylesine Maalouf’çu bir tanrısallık barındırır. Aşkın düşsel olmasıyla kendini tanımlaması, elde edilince yok olması, acıdan yitirilmesi ya da ölmesindeki hayal ve yanılsamalar oyununda olduğu gibi, Tanrı’nın kendisi de zaten böyle bir metafiziğe karşılık gelir.
Amin Maalouf’u okurken dünyanın sağladığı sonsuz olanaklar dizisi içerisinde bir düş gezintisine çıkarsınız. Onun toplumcu gerçekçiliği, neredeyse bir John Steinbeck ve Yaşar Kemal tadında izlekler taşır.
John Steinbeck'in kitaplarında, endüstri öncesi Amerika'sının geçirdiği büyük değişimlerin, yeni çağı haber veren büyük dönüşümlerin, renksiz kişiliklerin büyük kahraman ya da canavarlara dönüştüğü ilginç masalsı figürlerin debdebesiyle karşılaşırız. Yaşar Kemal, Çukurova’nın bereketli ve acı dolu topraklarından kopan efsaneyle yüklü yaşamını, yoksulluk ve acıyı, hastalık ve güçsüzlüğü, zulmü ve haksızlığı, arka planda çıldırmış verimlilikteki doğaya karşılık gelen tutkulu bir dille betimler.
Amin Maalouf da romanlarında tarihsel dokuyu fon olarak kullanır. Maalouf, Doğu-Batı çatışmasını, belirli bir tarihsel doku içerisinde masalsı bir kurguyla anlatır.
Ortadoğu’nun acı ve dehşet verici tarihi, yapıtlarına sonsuz bir sosyal malzeme zenginliği bahşeder.
Maalouf “Semerkant” adlı yapıtında Ömer Hayyam‘ın ağzından, “İstediği kadar yüce ve güzel olsun, benim için ölümle sonuçlanacak her dava, dava olmaktan çıkar, benim gözümde çirkinleşir, değersizleşip, bayağılaşır.“ diyerek şiddet olgusunun davaları ve ülküleri nasıl aşağılayıp değersizleştirdiğine, nasıl ütopyaları distopyalara dönüştürdüğüne vurgu yapar.
Otuz yıldan beri milyonlarca insan, hayatlarını piyasa güçlerinin çekip çevirmesine, davranışlarını şekillendirmesine ve demokratik haklarını zapturapt altına almasına izin verdi. Bu makinenin iktidarına ve denetimine tapmaya adanmış, adı ekonomi olan bir din oluştu.
Şimdi serbest piyasa sistemi kendi içine çöküp patladı. Bencillik, hiyerarşi ve tüketimcilik mantığı artık işe yaramıyor. Sonuç olarak, piyasa dini, yerini ırkçılığın, milliyetçiliğin, kadın düşmanlığının ve kudretli hırsızların putlaştırılmasının anakronik eski tanrılarına bıraktı.
Serbest piyasa dininin ilk emri, “yarış ve elde et” idi. Küreselleşmeden dönüş ve sağcı milliyetçilik çağında ilk emir muhtemelen şöyle olacaktır: Yarış, elde et, yalan söyle, denetimine al ve öldür!
2020’lere yaklaşırken, etnik milliyetçilerin, kadın düşmanlarının, otoriter siyasal liderlerin oluşturduğu bir ittifak, dünya düzenini lime lime ediyor.
Milliyetçilik nihilist şiddetin en kanlı haliyle yeniden boy gösteriyor. Siyasal düzen ölüme yönelen bir örgütlenme biçimi olarak kendini yeniden oluşturdu. Köktenci milliyetçilik, savaşı mümkün kılabilecek bir yeniden sembolleştirme pratiği olduğunu gösterdi.
Mahşerin dört atlısının (Putin, Trump, Modi ve Şi Cinping) değerleri ekonomik ve sosyal denkleme dahil oldu.
Bu atlılar gelişime doğru değil de daha çok aşağıya ve gerilemeye doğru bir eşitlemeyi tetikliyorlar.
Trump’ın dizginlerinden boşalmasına yardım ettiği küresel ölçekli sağcı popülizm dalgası, Çin’de “Marksizm” olarak öğretilen Konfüçyüsçülük ile muhasebecilik karışımı şey, Hindistan’da Modi yönetiminin Hindu şovenizmi ve Putin’e can veren büyük Rus milliyetçiliği karışımından oluşan ideolojik bir Molotof kokteyli bireyin görece özerk alanlarını yakmayı sürdürüyor.
Demokrasinin, diktatörle gireceği çatışmadan sağ çıkabilecek bir insan doğası teorisine ihtiyacı var.
Salgınla birlikte gelecek, sürekli belirsizliğin zaman kipine dönüştü. Çünkü pandemi nedeniyle dünün kesinlikleri, yarın için sadece birer olasılıklar dizini oldular. Covid-19 salgınının eski kesinlikleri nasıl çözdüğünü ve neyin mümkün olduğuna dair kolektif fikirleri nasıl değiştirdiğini gözlemlemek mümkündür.
Pandemi serbest piyasa sistemini bir meşruiyet krizine sürükledi. Paradigması demokrasiye, insan haklarına ve bireyin özerk alanlarına karşı bir saldırıya dönüştü. Sosyal sınıflar arasındaki makasın zenginler lehine giderek açılmasıyla birlikte derinleşen sosyal adaletsizlik, jeopolitik sisteme yeni gerginlikler yüklemeye devam ediyor.
Büyük aymazlık ise, Dördüncü Sanayi Devrimi denilen bir şeyin her şeyi yoluna koyacağı beklentisidir.
Yeni teknolojilerin potansiyelini insan refahı ve esenliğini yükseltecek biçimde devreye sokmak için, geriye, savunulacak insani bir şeyin kalması gerekir. Ama yüz yüze geldiğimiz ekonomik, jeopolitik ve teknolojik krizlerin her birinin kökünde, insan olmanın taşıdığı anlamın aşınması yatıyor.
Shakespeare ve Galileo’nun yaşadıkları günlerde tanımlandığından beri, hümanizme yöneltilmiş en büyük saldırıyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ülkemizde kadın hakları alanındaki elli yıllık ilerlemeyi tersine çevirmeye çalışan toplumsal dinci dinamikler bulunuyor. Rövanş, hamaset ve taassupla hareket eden bu kesimi iktidar çevreleri cesaretlendirmektedir.
Bunların zihinsel çöplüğü, insanların düşüncelerini ve sosyal medya gündemlerini kirletmeye devam ediyor.
Diktatörler bir yandan orta sınıfın korkularını kaşırken diğer yandan yoksul tabakanın hayatta kalma mücadelesini kullanıyorlar.
Serbest piyasa ideolojisi, insanın ekonomik gereksinimlerin bir toplamından fazlası olan bir benliğe sahip olma hakkına saldırmaktadır.
Edward Abbey "büyümek için büyümenin, metastaz yapan kanser hücresinin ideolojisi" olduğunu söyler. Burada kastedilen kanser hücresi kapitalist serbest piyasa ideolojisidir.
Tüketim ideolojisi insanı iki boyutlu iktisadi canlılara indirgeyip içine bin bir çeşit eşyanın tıkıştırıldığı, fakat ne ağırlığı ne varlık yükü ne de tarihsel zemini olan bir varlık haline getirdi.
Yeni otoriter milliyetçilik ve onun demokrasiye düşmanlığı “demokrasi alacakaranlığının” daha büyük resmine kolayca eklemlenebilen bir olguya dönüştü.
Çok kültürlülük ve sosyal çeşitlilik tartışmasındaki kör nokta sosyo-ekonomik durumdur. Özellikle sosyal kutuplaşma ve farklı çevrelerin izolasyonu hakkında çok fazla tartışma olduğu zamanlarda demokrasi gerici bir dirençle karşılaşıyor.
Bir süredir, ekonomik belirsizlik ve mülteci krizi, Doğu Avrupa ülkelerinin milliyetçi otoriterliğe sürüklenmesine ivme kazandırdı. Neo faşizm birçok küçük adımla geliyor.
Yukarıda sözünü ettiğim zombi mecazı, Homo sapiens’in sönmeye mahkûm bir tür olduğuna ilişkin kötücül kanıya da gönderme yapıyor.
Zombi varoluşun, neo liberalizm adı altındaki yıkımına odaklanan bir metafordur. Bu bakımdan, sermayenin yayılması, yoğunlaşması ve istilası karşısında ezilen insan ruhunu kurtarmak adına, yüksek perdeden yapılan bir çağrıdır.
Zombi toplumu, bir çizgi romandan alınmış ürkütücü, distopik bir kurgu değildir. Gerçektir ve kendini kopyalayarak geometrik bir şekilde çoğalır.
Maalouf’çu hümanizm ve dünya vatandaşlığı nosyonu bu bağlamda zombileşmeye, neoliberalizme, onun kriziyle oluşan boşluğu insanı hiçleştirerek doldurmaya çalışan alternatif sağa ve otoriter yönelimlere kapsamlı bir itiraz niteliğindedir. (JHK/ RT)