Siyah ABD'li Tyre Nichols'ün polis şiddeti sonucu öldürülmesinin ardından New York'ta yapılan protestolardan. *Foto: AA
28 Ağustos 1963 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Abraham Lincoln’un bütün kölelerin özgür vatandaşlar olduklarını ilan eden Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalamasından tam 100 yıl sonra, Martin Luther King adlı genç bir Afro-Amerikan Washington D.C'de Lincoln Anıtı'nın mermer basamaklarında konuştu.
Siyah, beyaz, kadın, erkek, genç, çocuk, yaklaşık 250 bin kişi bu genç adamı dinlemek üzere toplanmıştı.
Bu kalabalık içinde ben de vardım. On yedi yaşında Amerikan Kız Kolejinde okuyan bir lise öğrencisiydim. Ülkeler arası öğrencileri buluşturan bir proje nedeniyle ABD’ye gelmiştim ve tam o gün de Washington’daydım. Martin Luther King’ın ABD'de sivil haklar ve siyah-beyaz eşitliği için mücadele eden bir din adamı ve aktivist olduğunu biliyordum.
ABD'ye iç savaş ve sonrasında ilan edilen eşitlik ve özgürlük bildirgesini, ABD'nin göçmenler tarafından kurulan, herkesin eşit haklara sahip olduğu bir ülke olduğuna inanarak gelmiştim. Dayton Ohio’da bir ailenin yanında konuk olduğum iki ay boyunca gördüklerim ve yaşadıklarım benim ABD konusundaki düşüncelerimi tamamen değiştirdi.
O kadar ki, bunca yıldır, bir daha geri gitmedim.
Washington D.C'deki o tarihi günü hep anımsadım. Kalabalığın içinde kürsüde konuşan Martin Luther King’i göremesem bile sesini duyuyordum:
“Bugün burada sizlerle buluşmaktan çok mutluyum. Bugün ülkemizin tarihine özgürlükler için yapılmış en büyük toplantı olarak geçecektir. Biz bugün buraya ülkemizin başkentine hepimize yüz yıl önce verilmiş bir sözün hayata geçirilmesi için geldik. Irkı ve rengi ne olursa olsun tüm insanların eşit doğduğuna, bizi yaratan Tanrı’nın ayrım yapmadan her birimize doğduğumuz andan itibaren, yaşam, özgürlük ve mutlu olma hakkını verdiğini, bizim Anayasamızın bu haklarımızın korunması için var olduğunu bildiğimiz için buradayız.
"Bugün Tanrı’nın çocuklarına hak ettikleri adaleti vermenim günüdür.
"Umutsuzluk içinde olmayalım dostlarım. Biliyorum bugün ve yarın bizi bekleyen güçlükler var.
"Benim bir rüyam var! Bu Amerika’nın kuruluşunda bizi sunulan hayattır! Amerikan’ın hayalidir.
"Benim bir rüyam var, bu ulus uyanacak ve bütün insanların eşitliği üzerine yükselecektir.
"Benim bir rüyam var, dört küçük çocuğum günün birinde tenlerinin rengi ile değil, insanlıklarıyla değerlendirilecekler.”
Türkiye’ye döndükten sonra lise öğrenimime devam ettim. Ama içimde uyanan kuşku beni çok değiştirdi. ABD’nin Vietnam savaşı sürerken Martin Luther King 1964 yılında Nobel Barış Ödülünü aldı. 1967 yılında, New York’taki Riverside Kilisesi'nde “Vietnam ve Ötesi” adını taşıyan konuşmasında sert bir dille Vietnam’daki savaşı ve bu savaşı mümkün kılan militarist yapıyı eleştirdi.
Çok güçlü ve ileriyi gören bir konuşmaydı. King’e göre Vietnam savaşı ABD toplumu içinde yatan karanlık ve derin bir yaranın göstergesiydi. ABD'nin denizaşırı askeri hareketlerinde gösterdiği şiddet aslında yurt içinde yaratılan şiddet ile bütünleşiyordu.
Nefret tanrısına tapanların ülkelerine yıkım ve felaket gelirdi.
* Fotoğraf: Wikimedia Commons
Bu konuşmadan tam bir yıl sonra, 4 Nisan 1968'de Marthin Luther King direnişteki siyahi sağlık işçilerine destek vermek için Memphis Tennessee’ye geldi. O sırada sürekli ölüm tehditleri alıyordu. Atlanta’da bindiği uçakta bomba olduğu uyarısı nedeniyle beklemek zorunda kaldı.
Konuşmasını hazırlamamıştı, çoğu zaman olduğu gibi o günün ruhuna uyarak konuşacaktı. Korkunç bir fırtına vardı, gök gürlüyor, şimşekler çakıyor ve yağmur yağıyordu. Yine de onu dinlemek isteyenler oradaydı.
Düşünceli ve yorgun görünüyordu. Sonradan “Ben Dağın Tepesini Gördüm” olarak anılan konuşmasında zor günler var ama yılmayalım mesajını verdi ve şunları söyledi:
“Bundan sonra ne olacağını ben de bilmiyorum. Önümüzde zor günler var ama benim için fark etmez. Ben dağın tepesine çıktım ve her şeyi gördüm. Onun için aldırmıyorum. Herkes gibi ben de uzun yaşamak isterim ama bugün bu beni ilgilendirmiyor. Sadece Tanrı’nın isteğini yerine getirmek istiyorum. Mutluyum bu gece. Kimseden korkum yok, benim gözlerim her şeyi gördü.”
Konuşmasını tamamladıktan sonra kaldığı Memphis’teki Lorraine Motelinin balkonunda keskin bir nişancının sağ yanağına giren tek kurşunuyla yaşamını yitirdi. Kurşun yanağından girip, belkemiğini zedeleyip, boyundaki atardamarları yırtarak omuzundan çıkmıştı.
Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) o günkü Başkanı J. Edgar Hoover suçluların bulunması için elinden geleni yapacağını söyledi. Soruşturmaya ait bir çok belge sınıflandırılmış ve tasnif edilmiş olarak 2027 yılında açılmak üzere gizli kasalarda duruyor.
J. Edgar Hoover Amerikan derin devletinin (Cointelpro – Counter İntelligence program) kurucularından ve belki de en acımasız kişiliklerinden birisi olarak geçti tarihe. Hakkında kitaplar ve filmler yapıldı. Bütün bu tür karanlık kişiler gibi muhtemelen sırlarıyla gömüldü.
Amerikan İmparatorluğuna
Aradan 55 yıl geçti. ABD bu süreç içinde inişli çıkışlı dönemlerden, özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrasında Afro-Amerikan Barack Obama’nın 2009'da başkan seçilmesi 11 Eylül 2001 ve sonrasında uygulanan Anti Terör yasaları ve Guantanamo gibi hapishanelerde yapılan korkunç işkence ve uygulanan fiziki ve psikolojik şiddetin sona ereceği umudunu yeşertti bütün dünyada.
İlk kez koyu derili bir başkan ve eşi Beyaz Saray’da oturabildiler. Obama bir çok konuşmasında Amerikan rüyasına göndermeler yaptı. Eşitlik, özgürlük, adalet ve İnsan Hakları Bildirgesi yine gündeme geldi. Amerikan rüyası herkesin unuttuğu, çok eski günlere ait bir hayaldi artık.
Köprülerin altından çok sular akmış ve ne yazık ki ABD'nin şırıl şırıl akan temiz sularının yerini kirli çamurlu sular almıştı. Bu kadar pislik, bu kadar yokluk, sağlık ve eğitimde gelinen korkunç nokta, sosyal refah devletinin yok oluşu, sadece gücü ve parası olanın yaşam hakkı olan, diğerlerinin ise yoksulluk sınırında yaşadığı, Los Angeles gibi zengin bir kentin yarısının evsiz olduğu arabalarda yatıp kalktığı bir ülke olmuştu ABD.
Silikon Vadisi ABD’nin yeni zenginleri ve kapitalist dünyanın da yeni efendileri olarak çıktılar ortaya. Halkları sindirmek, korkutmak, sürekli belirsizlik ve bilinmezlikler içinde tutarak herkesin ya antidepresan ya da uyuşturucu kullandığı bir toplum yarattılar.
Obama’dan sonra gelen Trump, ABD'nin gerçek yüzünü herkesin görebileceği bir şekilde dünyaya sergiledi. Ülkenin içinde bulunduğu durum ve çöküş dijital dünyanın bin türlü manevrası ve oyuncağı ile maskelendi.
Sosyal medya bir oyalama taktiği olarak çok başarılı oldu, herkes elindeki sihirli aletle her şeyi yapabileceğini, kendisini sürekli teşhir ederek “ünlü” ve “zengin” olacağına inandı, inanmakla kalmayıp şişkin egolarını nerelerine koyacaklarını bilemeyip kokain bağımlısı oldular.
Kokain ile sınırlı kalmayıp başka bağımlılıklar da edindiler, zombi olarak yaşamayı kabullenmiş bir kesim çıktı ortaya. Zombiler iktidarlarla yakın ilişki içinde olmayı çok seven sahibine bağlı köleler olarak uygun ortamlarda kök salmaya, “her şey benden sorulur” diyerek, hava basarak ortalığa korku salmaya da başladılar.
Kokain, captagon, met ve benzeri uyuşturucular insanlara aşırı bir özgüven ve güç pompaladığı için adam öldürmek, zevk için bile yapılacak bir eğlence oldu.
ABD‘de sivil halkın silahlanma oranı yüzde 75 civarında dolanırken, kafası güzel meczupların onlarca insanı silahla taraması gündelik bir olay haline geldi.
Bu insanlık adına utanç verici durum, eleştirilmek yerine, eleştirenlere saldırı başladı. Porno kültürü ve kadının meta olarak sergilenmesi en popüler ve makbul geçim kaynakları olarak pazarlandı. Bunun karşısında olduğunu savunan dinciler ise gizlice daha da müptezel yollara saptılar.
Ortada olan bu tablodan ne umuyoruz? Sorun tek tek ülkelerin sorunu olmaktan çoktan çıktı, ama herkes elbette kendi çöplüğünün kralı!
ABD'de bu gidişatı gören ve eleştiren insanlar azınlıkta. Sermaye tüm basın ve medyayı elinde tuttuğu için bu tür insanları anında dışlayıp, silkeleyip atıyor.
Nesli tükenmiş insanlardan biri olan Chris Hedges, 20 yıllık savaş muhabiri, Orta Amerika, Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika‘da bulunduktan sonra mesleğini düzgün yapan bir gazeteci olduğu için başta New York Times, ana akım gazete ve medyadan atıldı.
Martin Luther King gibi Chris Hedges de sosyal bilimler yanı sıra teoloji eğitimi almış bir din adamı. Hedges’le tanışmam, Irak savaşı ile ilgili verdiği bir röportaj sayesinde oldu, o günden bu yana kendisinin sadık bir takipçisiyim. İnsan odaklı bir yazar, insanları dinlemeyi ve anlamayı öğrenmiş. Zamanını ve kendini veriyor yaptığı işe. Çok çalışkan, yirmiye kadar kitabı bir o kadar da röportajı var.
2022‘nin son aylarında yayınlanan “Savaş en Büyük Kötülüktür” (The Greatest Evil is War) militarizmi ve savaşı eleştiren, okuması ve hazmetmesi kolay olmayan bir kitap. Kitap doğrudan savaş içinde yaşamış insanların tanıklıklarından ve yaşadıklarından oluşuyor.
Ben bu kitabı uzun süren bir hastalık süreci içinde okudum. İç açıcı hikayeler yoktu, bazı yerlerde kitabı elimden bıraktığım da oldu. Rüyalar görüyordum aralarda, başı sonu belli olmayan. Sonra yeniden okumaya başlıyordum Çok dikkatimi çeken bazı paragrafların yanına da yıldız işareti koymuşum.
Mesela kitabın "Varoluşsal Kriz" adını taşıyan VII. Bölümünden bir alıntı: "Alman yazar Klaus Theweleit 'Erkek Fantezileri' adını taşıyan iki ciltlik kitabında Birinci Dünya Savaş'ından sakatlanmış olarak dönen Alman askerlerinin ruh hallerini anlatıyor. Militarist kültür, kültürel olarak kadına ait olarak tanımlanan her alana saldırır; bunun içinde aşk, merhamet, yumuşaklık ve değişik olanın kabulü de vardır. "Eril kültür cinsel sınırların belirsizliğini, erkek 'katılığına' ve militarist devletin tanımladığı kadın erkek rollerine bir tehdit olarak algılar. Sürekliliği olan savaş ekonomisi, en ulvi ve yüksek değerler olarak askerliğin yüceltilmesi, katı sosyal roller ve duyguların sürekli olarak bastırılması aslında faşizmin ta kendisidir. Yazara göre faşist propagandanın özünde yatan temel düşünce yaşamdan zevk almayı ve mutlu olmayı engellemektir. Alman kültürü, 'faşizm' sözcüğünü küçümserken aslında onun karanlık ahlakını benimser ve kucaklar." |
Hedges, militarizmin çoğunlukla eril ve maşist kültürle bağdaştırılmasına karşın, kitabın bir sonraki “Cesetler” adını taşıyan bölümünde militarist bir kadının öyküsünü anlatıyor.
ABD’nin tanınmış yazar ve siyasetçilerinden Ralph Nader ile 2 Aralık 2022'de yeni kitabı ile ilgili yaptığı bir röportajda Chris Hedges şunları söylüyor:
“Önceden planlanmış her savaş, ister Irak ister Ukrayna’da olsun savaş suçudur. Irak‘ta olduğu gibi savaşın yalanlar veya asılsız iddialar üzerine kurulmuş olması, aslında hiçbir şeyi değiştirmez. Rusya’nın bugün Batı ve NATO tarafından kendisine verilmiş bir takım sözlerin, mesela NATO’nun birleşik Almanya sınırlarını geçmemesi, NATO birliklerini Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yığmaması, Rusya ilse sınırdaş olan ülkelerin iç işlerine karışmaması buna karşılık Minsk Anlaşmasının uygulanması hayata geçirilmiş olsaydı, bana göre Ukrayna’nın işgali olmayacaktı. Rusya verilen sözlerin tutulmamış olmasından dolayı kendisini tehdit altında ve ihanete uğramış hissedebilir. Bunu anlıyorum, ancak anlamak onaylamak değildir.
"Nurenberg yasalarına göre Ukrayna’nın işgali saldırganlık içeren bir savaş suçudur.
"Ben savaş aygıtını biliyorum. Savaş siyaset yapmanın başka bir yolu değildir. Savaş şeytani bir eylemdir. Yaşamımın yirmi yılını savaş muhabiri olarak Orta Amerika, Ortadoğu, Afrika ve Balkanlarda geçirdim. Bosna ve Kosova savaşlarını izledim. Hala içimde savaşın ve şiddetin yok ettiği insanların hayaletleri dolaşıyor.
"Savaşın yarattığı kaos ve kargaşayı da biliyorum, her an ne olacağını bilmemenin ve belirsizliğin insanda yarattığı çaresizliği de. Ateş, nerden ne zaman gelecek ve seni vuracak?
"Ailelerin veya yakınlarının ya da çocuklarının cansız bedenlerini kucaklayan insanların feryatlarını da biliyorum, sesleri hala kulaklarımda. Feryatların hangi dilde olduğunun hiçbir önemi yok! İspanyolca, Sırpca, Arapça, İbranice,
"Hırvatça, Ukraynaca, Rusça- ölüm diller arasındaki bütün sınırları delip geçer.
"Ölümün kokusunu da biliyorum. Hiç yok olmuyor.
"Denetlenemeyen militarizm, uygarlıkların kanseridir. Kanser gövdeyi sardıkça, daha fazla askeri çılgınlık yapma dürtüsü doğar. Kaybettiği hegemonyayı, gücü ve ihtişamı bu yollarla yeniden elde edeceğine inanır.
"Sosyalist bir Alman lider olan Karl Liebknecht Birinci Dünya Savaşında Alman ordusunu 'içimizde büyüyen düşman' olarak tanımlıyordu. Ben bu tanımın bugünkü ABD’nin askeri kurumsal yapısı için de geçerli olabileceğini söylüyorum. Dışımızdaki değil, içimizdeki düşmandır bizi yıkacak olan”.
Martin Luther King ile 1963 yılında başlayan hikaye 2023'te Chris Hedges ile tamamlandı. Martin Luther King barıştan yana olan, şiddete karşı duran, insanlara değer veren sevgi dolu bir insandı. ABD devleti ondan ve temsil ettiği düşüncelerden korktuğu için onu öldürdü. Şiddeti yapan sıradan bir saldırgan değil, devletin kendi içindeki güçlerdi.
Bugün dünyada ve ülkemizde sürekli olarak işlenen cinayetler, kadınlara karşı yapılan şiddet, gündelik yaşamın içindeki şiddet bizi içten içe yok ediyor.
Bırakalım dış düşmanlar hikayesini, her birimiz kendimizden başlayarak şiddete ve savaşa karşı duralım. Ölümü değil yaşamı ve yaşatmayı kutsayalım. (MUT/APK/SD)