İngilizce'de bu tür durumlarda "Good morning after supper!" denir, yani "Su testisi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur" ya da"Atı alan Üsküdar'ı geçti".
Pürüzlü bir geçmiş
Öncelikle bu açıklamayı yapan Amanpour'u kısaca hatırlayalım: Bir İran-İngiliz çiftinin kızı olarak Londra'da doğan Amanpour, tipik bir Amerikalı olmaya özen göstererek iyi eğitim almış, çalışkan, hırslı, başarılı bir dış haber muhabiri olmak istiyor.
Bu çabası sayesinde bir süre hem CBS hem de CNN'de aynı dönem içinde görev yapabilen bir muhabir. Esas olarak savaş, çatışma ve kriz bölgelerinden geçtiği haberlerle tanınıyor.
Birinci Körfez savaşı sırasında yıldızı parlayan Amanpour, aslında meslek çevrelerinde pek sevilen, sayılan bir şahsiyet değil. Çünkü biraz fazla kasıntı, burnu Kaf dağlarının bulutlarında ve amiyane tabirle biraz ukala. Özgüvenini ölçecek birim henüz bulunamadı.
Amanpour'un adı iki olayda daha ön plana çıkmıştı:
Filistin Kurtuluş Örgütü ve Filistin Devlet Başkanı Yasser Arafat, İsrail tanklarının kuşatması altında evinde kurşun ve bombalara karşı direnirken, Amanpour, aynı mekanda özel bir söyleşide, Arafat'a şu soruyu sorma cüretini gösterdi:
- Sayın Arafat, terörizme ne zaman son vereceksiniz?
Bu soruya hak ettiği cevabı Filistin lideri verdi, İsrail terörizmini kınadı ve
- Bayan Amanpour, şu anda burada Filistin ordusu Başkomutanıyla konuşuyorsunuz! dedi.
Amanpour'un, ne yazık ki özel hayatı da medyada haber konusu oldu. Çünkü Amanpour, dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanlığı sözcüsüyle evlenmişti. Meslektaşları Amanpour'un resmi açıklamalardan çoğu zaman önceden haberdar edildiğini savundular.
Bir dış haberci ile dışişleri bakanlığı sözcüsünün evde özel hayatlarında ıspanağın faydaları üzerine konuşmayacaklarını herkes az çok tahmin edebiliyordu.
Şikayet edecek konumdaki yetkili
1991'deki Körfez saldırısında CNN'in "Chief Correspondent"ı idi yani dış haberler başmuhabiri idi ve o sıfatla savaşı izleyip aktardı. 2003'deki Irak işgal ve istila harekatı sırasında ise Amanpour CNN'de terfi etmiş ve Dış Haberler editörü sıfatıyla saldırının tüm haber operasyonunu yerinden yöneten sorumlu haline gelmişti.
Şimdi kalkmış "Bush ve Fox bize baskı yaptı" diyor. 24 saat haber veren global bir televizyonunun üst düzey yöneticisi olacaksın, saldırı öncesi ve sırasında hiç bir sakınca görmeksizin Beyaz Saray'ın sözcülüğünü üstleneceksin, işler sapa sarınca "Bize baskı yaptılar, bizi korkuttular" diyeceksin.
İnandırıcı mı? Baskı yapılmışsa, korku salınmışsa, vakti zamanında neden teşhir etmedin de şimdi konuşuyorsun? O zaman hiç olmazsa suskunluğu muhafaza edip izleyiciye, milyonlarca insana gizli de olsa bir mesaj veremez miydin?
Aslında bu sorunun yanıtı belli: Amanpour, ABD'nin Irak'ta batağa saplandığının artık aşikar hale geldiği bu günlerde, haber tahrifatı, haber gizleme ve manipülasyonun işe yaramaz hale geldiği bu günlerde itiraflara başlıyor.
Yoksa, işgal ABD'nin öngördüğü bir şekilde gelişseydi aynı açıklamayı yapar mıydı? Bush yönetimi irtifa kaybettikçe, eski yalanlar su yüzüne çıkıyor. Dolayısıyla Amanpour'un açıklamalarını ciddi ve samimi bir özeleştiri olarak kavramak pek mümkün değil. Batan geminin fareleri "Zaten ambardaki peynirler bozuktu" der.
İki yıllık gecikme
Yine de bu açıklamanın bazı önemli ve yararlı yönleri var:
Amanpour düzeyinde bir gazetecinin bu tür bir açıklama yapması bazıları için yeni ve şaşırtıcı olabilir ama Chomsky'den Said'e, Pilger'dan Fisk'e ya da Zmag'dan Nation'a kadar çok çeşitli uzmanlar ve medya organları özellikle 11 Eylül'den bu yana Amerikan medyasındaki sapkınlıkları, gerçeğe, topluma, kamuya değil iktidara hizmet eden yayın politikalarını teorik ve uygulamalı olarak örneklerle teşhir ediyordu.
Bugün Amanpour'u da yakınımızda görmek bizim tezlerimizin doğruluğunu kanıtlaması açısından önemli. Amanpour'un ancak bugün kabul ettiği gerçeği, biz 2 yıldır yazıp çiziyorduk.
Konunun bir başka önemli yanı da Amanpour'un da kullandığı terminolojiyi hesaba katarsak (Emir eri) ABD'deki Apoletli Medya bir başka deyişle milli çıkarla gerçek arasındaki çelişkinin iyice ortaya çıkması.
Vazgeçilemez bir kavram mı?
Istanbul'da 14-17 Eylül tarihleri arasında düzenlenen ONO (Dünya Haber Ombudsmanları Örgütü) konferansında da bu konu gündeme geldi. Aslında bir bildirinin alt başlığı konuyu tüm çıplaklığı ile açıklıyordu: "Medya savaşı nasıl izledi ve aktardı? Kamuya mı hizmet etti yoksa iktidara mı?."
Ne var ki, Robert Fisk'in de haberlerine rağmen (2) Amerikan medyasında, esas olarak da egemen medyada henüz gerçek anlamıyla bir özeleştiri sürecinin başladığını öne sürmek biraz güç. Çünkü, mesela ONO Konferansında da, konuyu en eleştirel açıdan ele almaya çalışan liberal Amerikalı meslekdaşlar bile, gele gele en fazla, en uç nokta olarak, "Kuşkucu Yurtseverliğe" kadar getirebildiler.
Yani işin pratiği ya da önerdikleri yöntem, tutum şu: Evet, ordumuz orada savaşırken medya da yurtseverliğini muhafaza edecek ama gazeteciliğin temel unsurlarından biri olan kuşkuculuğu da bırakmayacak.
Yurtseverlik denilen (Patriotism) yaklaşım, aslında uygulamada milliyetçilik hatta çığırtkan ve bayağı bir savaş kışkırtıcılığı (Jingoism) olarak tezahür ediyor. Amerikan ruhunda bu "savaşan askerlerimizi desteklemek" neredeyse bir tutku, bir dogma olarak mevcut.
Çünkü Amerikan kültüründe egemen olan siyah/beyaz yaklaşım ya da iyi/kötü, belki de melek/şeytan ikilemi dürüst gazetecileri bile doğru tutum almaktan men ediyor.
Mesela, Amanpour'u eleştiren Fox TV'nin bir sözcüsü, kendini savunurken "Ya Bush'un askeri olmak, ya da El Kaide'nin sözcüsü olmak zorunda bırakıldık. Biz de Bush'un askeri olmayı tercih ettik" diyor.
Ne sağlam mantık değil mi? Ve Amanpour da burada El Kaide sözcüsü oluyor. Oh My Lord! E Bush da "Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden" dememiş miydi?
Oysa ki gazetecilik çok geniş bir gri alan uğraşı. Hayat bu kadar basit, bu kadar kolay olsaydı, belki de yaşamanın, çalışmanın, haber yapmanın zevki, keyfi hatta anlamı bile olmazdı.
Yatsıda sönen mum
Devlet Gerçeği ile Olay Gerçeği arasındaki, bir başka deyişle Medyatik Gerçek ile Hakiki Gerçek arasındaki ikilemi, kurallara uygun habercilik çözebilir.
Gazeteci, esas olarak devletin ya da medyanın gerçeğini değil, olayın yani hakikatin gerçeğini aktarmakla yükümlü. Dolayısıyla her haberde nesneyi ve nesnenin bin bir yüzünü betimleyerek okuruna bilgi ulaştırır.
Bu karmaşık gerçeğin, bu bin bir boyutlu olayın, bir boyutu da tabi ki devlet gerçeğidir, medyatik gerçektir. Kimse, Beyaz Saray'ın, Savunma Bakanlığının ya da savaş alanındaki komutanın -yalan ya da propaganda olsa bile- açıklamasını, bildirisini, söyleşisini yayınlama demiyor ki...
Gazetecinin görevi tabi ki, temkinli bir dille bu yalanları da yayınlamak. Ama salt yalanı, propagandayı yayınlayıp, nesnel gerçeği, hakiki gerçeği yayınlamazsanız o zaman gazeteci kimliğinizi kaybedip, resmi propagandacı olursunuz.
Zararı ne? Zararı, muhabir ve medya olarak size... Zararı, yanlış bilgi verdiğiniz okura ve kamuya... Zararı, bu yalanı yayan resmi yetkiliye... Çünkü hiç bir yalan, hiç bir tahrifat, hiç bir eksik ya da abartılmış haber, ilelebet gerçekmiş gibi yutturulamaz.
Gün gelir bu yalan bir şekilde ortaya çıkar. Çıkınca da haberi yazan muhabir de utanmak zorunda kalır, haberi yayınlayan medya organı da okurları karşısında güç duruma düşer, inanırlığını, güvenirliğini yitirir. Yalanı üreten resmi makam da yalanı ortaya çıkınca prestij kaybeder.
Evet televizyon çok hızlı bir medya, aynı zamanda yüzeysel. Zııt diye geçiveriyor hemen görüntülü haberi...Belki biz izleyiciler ekran karşısında o anda verilen habere inanıyoruz.
Ama gazetelerin arşivleri var, televizyonların da yayınlanmış VTR'lerini sakladıkları bölümler var. Ayrıca medya gözlemevleri var, medya eleştirmenleri var, medya akademisyenleri var. Hepsinden önemlisi kayıt var, yani tarih ve bellek var.
Dolayısıyla günün birinde birisi bulur çıkarır sizin savaş öncesi ya da savaş sırasındaki yalanlarınızı. Sürat, rekabet, teknik eksiklik nedeniyle yapılan tesadüfi hatalardan, kasıtsız yanlışlardan söz etmiyorum, belirli bir yayın siyasetinin ürünü olan, ideolojik bir biçimlenmenin sonucu olan sistematik yayınlardan söz ediyorum.
Sonuç olarak, bir gazeteci inanılır, güvenilir bir profesyonel olarak yaşamını sürdürmek istiyorsa, bir medya organı okur nezdindeki güvenirliğini korumak istiyorsa; devlet gerçeği, milli çıkarlar, ülke menfaatleri, iktidarın görüşü gibi Hakiki Gerçeği, olayın gerçeğini, somut gerçeği tahrif eden, bozan, eksilten ya da çoğaltan, kısacası değiştiren kavramları esas almamalı.
Amerikan medyasından yumuşak da olsa, çok temelli olmasa da aykırı seslerin çıkmaya başlaması yine de önemli ve olumlu. Önümüzdeki dönemde, bilhassa Bush yönetiminin çöküşünün hızlanmasıyla medya alanındaki olumsuz uygulamalar daha da çok açığa çıkacağa benzer.
Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla! Hürriyet gazetesi ya da Ertuğrul Özkök, hiç olmazsa Amanpour'un yaptığının yarısını yapabilir mi acaba? Ne kadar iyi olur...
Biliyorsunuz değil mi? Irak'taki Amerikan-İngiliz işgalini haberleriyle en somut, en sağlam olarak bildiren, aktaran muhabirin adı Robert Fisk'dir ve kendisi İngiliz vatandaşıdır. (RD/NM)
(1) Amanpour'un açıklamasının bir özeti Milliyet'in 16 Eylül tarihli nüshasında çıktı. Açıklama hakkında ayrıntılı bilgilere CNBC, USA Today, Media Research Center, Poynter, Editor And Publisher sitelerinden ulaşabilirsiniz
(2) Robert Fisk'in haberleri İndependent gazetesinde yayınlanıyor ancak tam metne bir gün sonra zmag sitesinden ulaşmak mümkün.