Philip S. Golub tarih ve günümüz ışığında Washington merkezli neo-emperyalizmi, Roma İmparatorluğu'nun aynasında yazdı. Le Monde Diplomatique'de çıkan yazıyı aciksite.com adresinde yayınlanan haliyle sunuyoruz.
Dünya Jandarmalığına ihtiyaç var mı?
11 Eylül saldırılarından birkaç ay önce, Amerikalı tarihçi Arthur Schlesinger Jr şu hipotezi ortaya atmıştı: Hiçbir ulus "dünya jandarması ya da hakemi rolünü" üstlenemeyecek ve 21. yüzyılın siyasi, demografik ve çevresel alandaki küresel sorunlarının altından tek başına kalkamayacaktır. Bu nedenle; tek kutupluluğun doğurduğu "güçlerüstü olma eğilimine rağmen" Birleşik Devletler emperyalizm arayışına girmeyecektir (1). Birçok entelektüel gibi Schlesinger da, Amerikan "demokrasisinin öz denetleme kapasitesine" ve karar alıcıların akılcı yaklaşımlarına güveniyordu.
Aynı mantık çerçevesinde, Amerika'nın dış politika sahnesindeki etkili seslerden Charles William Maynes, "Amerika'nın emperyal bir güce sahip olduğunu, ancak emperyalist bir eğilim taşımadığını" söylüyordu (2). Oysa bugünün gerçeğini kabul etmek gerekiyor: George W. Bush'un önderliğinde yeni emperyal kurallar oluşturulmaktadır ve bu durum, Birleşik Devletler'in Karayipler'e, Asya'ya ve Pasifik'e doğru ilk büyük adımlarını atarak sömürge yarışına katıldığı 19. yüzyılın son günlerini hatırlatmaktadır. O dönemde Jefferson ve Lincoln'ün ülkesinde şaşkınlık yaratan bir emperyalist coşku yaşanmıştı. Gazeteciler, işadamları, bankerler ve politikacılar, güçlü bir dünyanın fethi politikasının geliştirilmesinde birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyorlardı.
"Ekonominin başındaki yöneticiler tüm dünyada endüstriyel bir üstünlük kurma düşüncesine saplanmışlar" (3), politikacılar ise uluslararası yayılmayı meşrulaştıracak (Theodore Roosevelt'in ünlü deyişiyle) "küçük görkemli bir savaşın" düşünü kuruyorlardı. Emperyalist grubun başı olan Senatör Henry Cabot Lodge 1895 tarihinde yaptığı açıklamada, "19. yüzyılda hiçbir halk, bizim fetihlerimize, sömürgeleştirme faaliyetlerimize ve yayılma gücümüze erişemedi; bugün de hiçbir şey bizi durduramayacak" şeklinde düşüncesini dile getiriyordu (4). O dönemde emperyalist İngiliz şair Rudyard Kipling'e hayran olan Theodore Roosevelt, "Birleşik Devletler'in Pasifik'te hâkim güç olmasını istiyorum," sözleri ile kendisi için konunun çözüme ulaştığını ifade ediyor ve ekliyordu "Amerikan halkı, büyük bir gücün büyük eserlerini yaratmak istiyor"(5).
Büyük emperyal cumhuriyetin kuruluşu
Marse Henry Watterson adlı bir gazeteci 1896 yılında yayınladığı bir yazısında gurur ve şaşırtıcı bir önseziyle 1890'lardaki emperyalizmin oluşturduğu itibarı şöyle özetliyordu: "İnsanlık üzerinde belirgin izler bırakmaya ve daha önce Roma İmparatorluğu da dahil olmak üzere hiçbir ulusun yapmadığı şekilde, dünyanın geleceğini belirlemeye kendini adamış büyük emperyal bir cumhuriyetiz"(6).
Geleneksel Amerikan tarihçileri uzun süre bu emperyalist Sturm und Drang'ı (Hücum ve Şiddet) kaygan demokrasi parkurunda yaşanan bir sapma olarak değerlendirdiler. Britanya İmparatorluğu'na ve Avrupa'nın mutlakiyetçi monarşilerine karşı verilen sömürgecilik karşıtı savaşla doğan ve gelişen Birleşik Devletlere emperyalizm virüsünün hiç bulaşmadığı söylenebilir mi?
Oysa bir yüzyıl sonra, Amerikan İmparatorluğu için yeni bir yayılmacılık ve biçimlendirme dönemi başlarken, Roma İmparatorluğu Amerikan seçkinleri için geçmişte kalan vazgeçilemez bir ayna olmuştur. 1991'de kazanılan ve 11 Eylül 2001'den sonra olağanüstü kapsamdaki askeri seferberlik ile pekiştirilen tek kutupluluk ortamının zirvesinde, sahip olduğu güçten gözleri kamaşan Birleşik Devletler, bugün artık açık olarak emperyal bir güç olduğunu ifade etmekte ve sahnedeki yerini almaktadır. 19. yüzyılın sonundan bugüne ilk defa, güç kullanımı imparatorluğu meşrulaştırma söylemlerine eşlik etmektedir.
Washington Post'un editörü ve yeni Amerikan sağının gözde isimlerinden Charles Krauthammer " Roma İmparatorluğu'ndan bugüne hiçbir ülke; kültürel, iktisadi, teknik ve askeri olarak bu derece baskın olmamıştı," ifadesiyle düşüncelerini açıklarken (7), daha 1999 yılında kaleme aldığı: "Amerika, bir dev gibi dünyanın üzerinden atlayıp geçiyor (...). Roma Kartaca'yı yerle bir ettiğinden beri, hiçbir büyük güç bizim bugün bulunduğumuz noktaya ulaşamamıştır" sözleri dikkat çekmektedir. Denemeci ve George W. Bush'un uluslararası politika alanındaki akıl hocalarından biri olan Robert Kaplan'a göre, "Roma'nın İkinci Kartaca Savaşı'nda elde ettiği zafere benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı'nın Birleşik Devletler'in zaferi ile sonuçlanması, onu evrensel bir güç haline getirmiştir"(8).
Öte yandan Roma, siyasal yelpazenin daha ortalarında yer alan yazarlar için de zorunlu bir referans haline gelmiştir. Harvard Üniversitesi'nde Kennedy School of Governement'ın rektörü ve Bill Clinton zamanında savunma bakanlığı yapan Joseph S. Nye, son kitabına şöyle başlıyor: "Roma'dan bu yana, diğer ulusları bu derece geride bırakan bir başka ulus olmamıştır"(9). 1980'li yıllarda Birleşik Devletler'in "emperyal yayılmacılığı" üzerine geliştirdiği teziyle tanınan ünlü tarihçi Paul Kennedy işi daha da ileriye götürüyor: "Ne Pax Britannica, ne Napolyon Fransa'sı, ne II. Felipe İspanya'sı, ne Charlemagne'ın İmparatorluğu, ne de Roma İmparatorluğu bugünkü Amerikan hâkimiyetiyle kıyaslanamaz" (10). Ve serinkanlılıkla ilave ediyor: Dünya sisteminde "hiçbir dönemde bu kadar çeşitli alana yayılan bir güç mevcut olmamıştır".
Kısacası Atlantik'in öte tarafında, az çok iktidara bağlı çevreler; "Birleşik Devletler'in günümüzde sahip olduğu üstünlüğün, geçmişteki en büyük imparatorluklarla bile kıyaslanamayacak düzeyde olduğu konusunda hemfikirler"(11). Betimleyici yönünün çok ötesinde, Roma benzetmesinin çağrıştırdıkları ve önde gelen Amerikan dergilerinde ve basında "imparatorluk" kelimesinin yaygın olarak kullanılması, yepyeni bir emperyal ideolojinin inşa edildiğini kanıtlamaktadır.
"Amerikan İmparatorluğuna Övgü"
"Amerikan İmparatorluğundan Yana Bir Argüman": Wall Street Journal'ın editörü Max Boot'un bir makalesinin başlığı apaçık buydu. Bu makalede şöyle yazıyordu Boot: "Britanyalı sömürgeci askerlerin kuşaklardır savaştığı birçok ülkede ve karmaşayı bastırmak için Batılı orduların müdahale etmesi gerektiği bölgelerde (bugün) Amerika'nın (bugün) askeri harekâtlara girişiyor olması hiç de rastlantısal değildir. " Boot'a göre, "Afganistan ve kargaşaların yaşandığı diğer bölgeler bugün (Batı'dan), geçmişte sömürgeci İngiliz yönetimlerinin getirdiği aydınlanmış yabancı yönetim biçiminin yeniden oluşturulmasını talep etmekteler"(12).
Sağın bir başka düşünürü; Hoover Institution'da araştırmacı olarak çalışan ve birkaç yıl önce, Afrika kökenli Amerikalıların aşağı konumlarının "doğallığı" üzerine oluşan tezleri savunarak adını duyuran Dinesh D'Souza, "Amerikan İmparatorluğuna Övgü" başlıklı makalesinde, Amerikan halkının ülkelerini bir "imparatorluk, hatta dünya üzerine gelmiş geçmiş tüm imparatorlukların en yücesi" olarak kabul etmeleri gerektiğini öne sürmektedir (13).
Yeni sağın bu politika yazarlarının seslerine Harvard Üniversitesi Stratejik Çalışmalar Enstitüsü Olin'in müdürü Stephen Peter Rosen gibi akademisyenler de yeni sağın politika yazarlarının düşüncelerine katılmaktadır. "Ezici bir askeri güce sahip olan ve bu gücü diğer devletlerin davranışlarını etkilemek için kullanan siyasal varlığa bal gibi imparatorluk adı verilir," diyor Rosen kibirli bir bilimsellikle ve şöyle devam ediyor: "Amacımız, bir düşmanı yenmek değil, zaten böyle bir düşman da yok. Hedefimiz, emperyal konumumuzu korumak ve emperyal düzeni sürdürmek" (14). Harvard'dan bir başka profesörün de altını çizdiği gibi, "söz kounusu düzen sadece Amerika'nın emperyal amaçları yararına biçimlendirilmektedir" ve bu çerçevede "imparatorluk, çıkarına uyan uluslararası hukuk kurallarını (örneğin Dünya Ticaret Örgütü) uygularken, işine gelmeyenleri (Kyoto Protokolü, Uluslararası Ceza Mahkemesi, ABM Antlaşması) bilmemezlikten gelerek sabote etmektedir" (15).
Amerikalıların, geleneksel olarak, kendilerini ait hissettikleri Tocqueville'ci (!) kuramı ve imparatorluk kavramı radikal bir gözden düşüş yaşıyorsa da üstesinden gelinemez sorunlara neden olmamaktadır. Bu kavramlardan rahatsızlık duyanlar ise -ki bunların sayıları gitgide azalıyor- "imparatorluk" ve "hegemonya" kavramlarına "iyiliksever" ve "ılıman" gibi sıfatlar eklemekteler. Carnegie Endowment'dan Robert Kagan şöyle yazıyor: "Birleşik Devletler tarafından uygulanan iyiliksever hegemonya (benevolent hegemony), dünya nüfusunun çok büyük bir bölümü için olumlu olacaktır. Bunun gerçekçi tüm alternatifler arasında en iyi düzenleme olduğuna şüphe bulunmamaktadır" (16).
Yüz sene önce, Theodore Roosevelt hemen hemen aynı kelimeleri kullanıyordu. Birleşik Devletlerle dönemin Avrupalı sömürgeci yağmacıları arasında yapılan karşılaştırmaları reddederek, "Gerçek şudur ki tüm Amerikan tarihine sinen yayılma politikamız, hiçbir şekilde bugünün emperyalizmine benzememektedir ve bütün ülkede emperyalist bir kişi bile bulunmamaktadır" (17).
Sebastian Mallaby ise, kendini açıkça "tereddütlü emperyalist" olarak niteliyor. Watergate Skandalı ve daha sonra Vietnam Savaşı'na karşı yürüttüğü muhalefet ile ünlenen, ancak 11 Eylül'den sonra imparatorluk militanlığına soyunan Washington Post'un editörü Sebastian Mallaby, çok ciddi bir dergi olan Foreign Affairs''in Nisan 2002 sayısında, bugünün küresel düzensizliğinin Birleşik Devletler'i emperyal bir politika izlemeye ittiğini belirtiyor. Devletlerin iflasının, kontrolsüz nüfus artışı, yerel şiddet eylemleri ve sosyal çözülme ile iç içe geçtiği üçüncü dünya ülkelerinin, kıyamet gününü andıran tablosunu çiziyor: Akılcı tek seçenek tekrar emperyalizme dönüştür. Diğer bir deyişle; Batı'nın güvenliğini tehdit eden üçüncü dünya ülkelerinin hakimiyet altına alınmasıdır. Mallaby'ye göre, "emperyalist olmayan seçeneklerin işe yaramadığının doğrulanması, Bush yönetiminin neo-emperyalizm mantığına karşı koyamayacağı gerçeğini açıkça gözler önüne sermektedir."(18)
"Medeniyet" ve "Barbar Dünya"
Aslında Bush'un da neo-emperyalist mantığa karşı durmak istemediği görünmekte. Öyle ki "iflas halindeki" devletlerin yeniden yapılanması için milyonlarca dolar yatırmaya ya da insani yardım operasyonlarına katkıda bulunmaya yanaşmıyor. Diğer taraftan, "medeniyet düşmanlarını" ve "kötü güçleri" ezmek için Amerikan silahlı kuvvetlerini dünyanın dört bir yanına göndermekte bir an bile tereddüt etmiyor. Zaten Bush'un konuşmalarının - "medeniyet" ile "barbarlık" arasındaki savaşa ve barbarların "barışçıllaştırılması"na göndermeler yapıyor- içeriği de, tamamen klasik anlayışta olan emperyal bir düşünceyi sergiliyor.
Bush'un, Yale ve Harvard gibi prestijli kurumlardan elde ettiği yorumlar hakkında bilgi sahibi değiliz ancak 11 Eylül'den bu yana emperyalist grubun Sezar'ı haline geldiği apaçık ortada. Çiçeron'un tanımına göre; "en savaşçı toplumlar karşısında verdiği önemli savaşlardan bile kesin zafer kazanan ve böylece onları korkutmayı, sindirmeyi, terbiye etmeyi başaran ve Roma otoritesine itaat etmelerini sağlayan" Sezar gibi Bush ve yeni Amerikan sağı da, üçüncü dünyanın söz dinlemez halklarını gerektiğinde savaşla dize getirerek, "haydut devletleri" devirerek ve belki de sömürge sonrası "batık devletleri" vesayet altına sokarak imparatorluğun güvenliğini ve gönencini sağlamayı düşünmektedir.
Birleşik Devletler, işbirliğinden çok silahların gücüyle elde etmeyi umduğu güvenliğin peşinde, kimi zaman yalnız, kimi zaman da tek taraflı ve ulusal çıkarların tüm ayrıntısıyla belirlendiği geçici koalisyonlarla birlikte hareket ediyor. Güney ülkelerinde şiddetin kendini yinelemesine ortam sağlayan ekonomik ve sosyal sorunlarla mücadele etmek yerine, bu ülkelere asker göndererek söz konusu bölgeleri daha da istikrarsız hale sokuyor. Birleşik Devletler'in amacının toprak kazanmak değil, kontrolü ele geçirmek olması büyük bir farklılık oluşturmamakta, çünkü "iyiliksever" yada "kararsız" emperyalistlerin yaklaşımı da en az diğerlerininki kadar emperyalist.
Eğer üçüncü dünya ülkeleri yeni bir sömürgeleşme ve yarı egemenlik sürecine boyun eğmek zorunda kalırlarsa, Avrupa da bu emperyal sistemde buyruk altında olan bir dünyayla yetinmek zorunda kalacaktır. 1991'de kurulan ve 11 Eylül'den sonra pekişen tek kutupluluktan yola çıkan Amerikan bakış açısına göre; özerk bir stratejik güç olmaktan uzak haliyle, "ne cennetini koruma isteğine, ne de gücüne sahip olduğu için ve koruması Amerika'nın savaş yapma isteğine bağlı olduğu için" Avrupa, bağımlı bir bölge olacaktır (19). Böylelikle kendini yukarıdan aşağıya doğru işleyen, emperyal bir iş bölümü süreci içinde bulacaktır. Bu işbölümünde, "İnsani yardım konularında Hollandalılardan, İsviçrelilerden ve İskandinavyalılardan destek alınırken,, Fransızlar, İngilizler ve Almanlar sınır bölgelerinin güvenliğini sağlayacak ve Amerikalılar da savaşacaklardır". Günümüzde "Amerikalılar, müttefiklerine o kadar az güveniyorlar ki, Britanyalılar hariç, Avrupalıları en önemsiz polisiye görevler dışında, tüm askeri etkinliklerden dışlıyorlar"(20). Afganistan'da yürütülen Sovyet karşıtı "Cihat"ın kuramcısı Zbigniew Brzezinski, birkaç yıl önce buna benzer bir fikir öne sürmüştü. Ona ve birçok Amerikalı strateji uzmanına göre, Amerika'nın amacı, "bize bağımlı olanları sürekli bağımlı kılmak, uysal olmalarını ve korunmalarını sağlamak ve barbarların kendi aralarında birleşmelerini önlemek olmalıdır"(21). Charles Krauthammer ise her zamanki gibi çok daha açık ifade ediyor: "Amerika Soğuk Savaş'ı kazandı, Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ni yanına aldı, sonra da Sırbistan ve Afganistan'ı toz duman etti. Avrupa'nın bir hiç olduğunu kanıtladı"(22). Bu küçümseme, birçoklarına göre, 11 Eylül'den beri Atlantik'in iki yakası arasındaki ilişkileri sarsan gerilimin bir parçası.
Emperyalizm seçeneği Birleşik Devletler'i, kalan zamanını Batı kalesinin çevresine öreceği surların inşasına harcamaya mahkum edecektir. Güney Afrikalı yazar John Michael Coetzee'nin düşüncesine göre tam anlamıyla "Uzak Batı" olan Amerika, kendinden önce gelen tüm imparatorluklar gibi, "bir tek düşüncenin esiri olacaktır: hakimiyetimi sürdürmek için ne yapabilirim, nasıl ayakta kalırım ve bu süreci nasıl uzatabilirim" (23).
Blair'in kitabına göre yeni sömürgecilik
İmparatorluk ve yeniden sömürgeleştirme hayallerini kuran sadece Amerikalılar değil. İngiliz yöneticiler de, imparatorluk değilse bile bunun yerini tutacak bir arayışın içindeler. Blair'in danışmanları, " kötülüğe" karşı yürütülen yüce mücadeledeki katılımlarından destek alarak, "yeni bir liberal emperyalizm" fırsatı yaratmak çabasındalar. Öyle ki başbakanın dışişleri konusundaki özel danışmanı Robert Cooper, Nisan ayında, Manş'ın öte tarafında büyük gürültü koparan bir program sundu.
Cooper'un kurguladığı dünyada; Avrupa ve daha genel olarak Batı, "herkese eşit davranmamaya alışmalı". Ona göre, "kendi aramızda açık ve işbirlikçi bir güvenlik sistemi ve yasalar çerçevesinde hareket etmeliyiz. Ancak postmodern Avrupa kıtasının dışında kalan devletler söz konusu olduğunda, bir önceki çağda başvurulan; güç kullanımı, koruyucu saldırı, hile gibi gerekli her yola başvurabilmeliyiz". Kendi aramızda, "yasalara uyarız. Ama balta girmemiş ormanda mücadele ederken, orman kanuna göre davranmalıyız," diye ekliyor Cooper.
"Kaosun kural, savaşın bir yaşam biçimi (way of life) olduğu Afrika'da, Güney Amerika'da ve Asya'da balta girmemiş ormanlar var. Bu bağlamda "imparatorluk ve emperyalizm kelimeleri Avrupa'da yüz kızartıcı olsa da, bu balta girmemiş ormanların varlığı göz önünde bulundurulduğunda sömürgeleştirme gerekliliği ya da fırsatları 19. yüzyılda olduğu kadar büyük". Cooper'ın düşüncesine göre gerekli olan, "insan hakları ve evrensel değerler açısından kabul edilebilir yeni bir emperyalizm şeklidir. (...) Bütün emperyalizm şekillerinde olduğu gibi, düzen ve düzenleme getirmeyi gerektirmektedir.(...) Roma gibi, (Batı da) imparatorluğun yurttaşları için bazı kanunlar koyacak, onlara biraz gelir sağlayacak ve birkaç yol inşa edecektir".(23)
Cooper, daha önceki yıllarda benzer bir görüşü dile getiren İngiliz sağcı tarihçi Paul Johnson'ın önermelerinden de etkilenmiş olabilir. Johnson, 1993'de New York Times Sunday Magazine'de yayınlanan makalesinde şunları yazıyordu: "Bazı devletler kendi kendilerini yönetmekten acizdirler. Bu umutsuz bölgelerin idaresini üstlenmek medeni dünya için bir görevdir". Ayrıca, "sömürgeleştirmenin yaratacağı özgeci rönesans sayesinde sefaletten kurtuluş olanağını yakalayacak olan milyonlarca insanın duyduğu minnettarlığın, Batı'ya büyük bir tatmin duygusu yaşatacağını" ifade ediyordu (24). 11 Eylül saldırılarının ardından, 19. yüzyılda Çin'in sömürgeleştirilme gerekçesini şu şekilde açıklamıştı: "Büyük medeni güçler, geniş ve tutarsız bir ülke olan Çin'e, o topraklara uymayan bir prensibi (...). 1900 yılında, Boksörler olarak bilinen bir grup terörist, hükümetin gizli desteğiyle Pekin'e saldırı düzenleyip, şehri ele geçirmişti. (...). O dönemde, Pekin'i geri almak için Avrupalı orduların yanı sıra, Amerikan ve Japon güçlerinin de yer aldığı uluslararası bir güç oluşturulmuştu. (...) Bugün Amerika ve bağdaşıkları, terörist ülkeleri işgal etmenin yanı sıra, o ülkelerin yönetimini de üstlenmek durumunda olabilecekler". Açıkçası, "barış içinde yaşayamayan ülkelerin tam bağımsızlığa ulaşma beklentisi içinde olmamaları gerekmektedir." (25)
Dipnotlar
(1) Arthur Schlesinger Jr., "Unilateralism in Historic Perspective", in Understanding Unilateralism in US Foreign Policy, RIIA, Londra, 2000, s.18-28.
(2) Charles William Maynes, "Two blasts against unilateralism", in Understanding Unilateralism &, s.30-48.
(3) William Appleman Williams tarafından yapılan alıntı, The Tragedy of American Diplomacy, Dell, New York, 1962, s.26.
(4) Howard K.Beale tarafından yapılan alıntı, Theodore Roosevelt and The Rise of American to World Power, Johns Hopkins University Press, Baltimores ve Londra, 1989, I. Bölüm.
(5) Howard K.Bearle, age. s. 38-39 ve 70-78.
(6) David Healy tarafından alıntılanmış, US Expansionism, the Imperialist Urge in the 1980's, The University of Wisconsin Press, Madison Wisconsin, 1970, s. 46.
(7) "It takes an empire say several US thinker", New York Times, 1 Nisan 2002. 1999'daki alıntı için, bkz: "The Second American Century", Time Magazine, 27 Aralık 1999. Ayrıca bakınız: "The Unipolar Moment", Foreign Affairs, New York, 1990.
(8) "It takes an empire", age.
(9) Joseph S.Nye Jr., The Paradox of American Power, "Oxford University Press, New York, 2002, s.1.
(10) Henry Kissinger, Does America Need a Foreign Policy, Simon & Schuster, New York, 2001, s. 19.
(11) bkz. Max Boot, "The Case for American Empire", Weekly Standard, Washington D.C., 15 Kasım 2001, cilt 7, no: 5.
(12) bkz. Christian Science Monitor, basım yeri, 26 Nisan 2002. 1995'te yayınlanan The End of Racism adlı kitabında, D'Souza "ırksal kapasiteler arasında doğal bir hiyerarşi olduğunu" ileri sürer ve ABD'deki Afrika kökenli Amerikalılar arasındaki suç oranlarının açıklayan da bu hiyerarşidir.
(13) "The Future of War and The American Military", Harvard Review, Mayıs-Haziran 2002, cilt 104, no:5, s.29.
(14) Michael Ignatieff, "Barbarians at the Gate?", New York Review of Books, 28 Şubat 2002, s. 4. Bakınız Pierre Conesa ve Olivier Lepick, "Washington démantèle l'architecture internationale de sécurité", Le Monde diplomatique, Temmuz 2002.
(15) Robert Kagan, "The Benevolent Empire", Foreign Policy, Washington D.C., Yaz 1998.
(16) Howard K.Bearl, age, s. 68.
(17) Sebastian Mallaby, "The Reluctant Imperialist, Terrorism, Failed States and the Case for American Empire", Foreign Affairs, New York, Mart-Nisan 2002, s.2-7.
(18) Robert Kagan, "Power and Weakness, Why Europe and the US see the world differently", Policy Review, Washington, Haziran-Temmuz 2002, no:113.
(19) Michael Ignatieff, age, s. 4.
(20) Charles William Waynes, age, s. 46.
(21) bkz. Washington Post, 20 Şubat 2002.
(22) Başyapıtı Barbarları Beklerken, çev. Dost Körpe, İthaki Yayınları, Ocak 2001.
(23) Richard Cooper, "The New Liberal Imperialism", The London Observer, 7 Nisan 2002.
(24 Paul Johnson, "The New Colonialism", New York Times Sunday Magazine, 18 Nisan 1993.
(25) Paul Johnson, "The Answer to Terrorism? Colonialism.", Wall Street Journal, 9 Ekim 2001.
Vurgular ve ara başlıklar Bianet'e aittir.
Çeviren: Gülçin Balamir Çoşkun