‘Amerikan Güzeli’ (‘American Beauty’) filmi, 1999 yapımı olmasına karşın, bugün hâlâ ilgiyle izlenebiliyor (IMDB’de ilk 60 film arasında ). Peki neden? Filmin kalıcılığını sağlayan biçimsel özellikler ve diğer öğeler neler? Bu yazıda, bu soruya yanıt vermeye çalışacağız.
Öncelikle, ‘Amerikan Güzeli’, bir kancayla açılıyor. Kanca, bir anlatıda, dikkat çekmek üzere yer alan açılışlara karşılık geliyor. Açılışlar için, anlatıcıların elinde birkaç seçenek var. Bunlardan biri, klasik romanlarda olduğu gibi, betimlemeyle başlamak.
Şunun gibi: “Yılın ilk karı düşmüştü toprağa. Çatılar beyaza bürünürken, karda süreğen ayak izleri dikkat çekiyordu. Bacalar, artık, eskisi gibi tütmese de, beklenmedik bir olaya gebe gibiydi hava.”
Buna benzer açılışlar, Hollywood sinemasında pek fazla kullanılmasa da, yine de, kimi vurdulu kırdılı filmlerde, açılış, böyle yumuşak ve sıkıcı olabiliyor. Olabiliyor, çünkü izleyici, oyunculara göre, az sonra tansiyonun yükseleceğini tahmin edebiliyor.
Filmde, Jean Claude Van Damme varsa, illa ki dövüşür. Filmlerin ilk andan başlayarak dorukta olması, nadirdir; ancak, anlatı, dikkat çekmek için, olay ortasında başlatılabilir. Bir eşkonuşma ile de başlayabilir anlatı. Böylece, bizde merak uyandırır; “neler oluyor” dedirtir, kendini izletir.
‘Amerikan Güzeli’nde ‘öldür onu’ konuşması, bir kancadır. Bize, “şimdi ne olacak?” dedirtiyor. Yalnızca, kanca işlevi görmekle kalmıyor; aynı zamanda, filmin olay örgüsünü tek cümleyle özetlemiş oluyor: Orta yaşlı adamın genç kızlara olan tutkusu, başına ne işler açacaktır; belki de öldürülecektir. Böylece, filmin dramatik çatışması, ta başından belli. Kancanın görüntü kalitesi düşük bir kameradan verilmesi, geçmişteki bir cinayete dayanan bir gerilim filmi havası vermiyor değil. Ayrıca, anlatıcı, başkahramanı öldürmeyerek, izleyiciyi ters köşeye yatırıyor.
Filmde, başkahramanın ağzından felsefi yorumlar çıktığında, panoramik bakışın kullanıldığını görüyoruz. İnsansız bir biçimde mahalleyi görüyoruz. Film, bu anlarda, adeta başka bir işle uğraşmayıp yalnızca söylenenlere odaklanmamızı istiyor. Bu tarzın, filmin çoğunun iki evde geçmesi ve bu açıdan bir mahalle filmi olmasıyla ilgili olduğu belli. Filmde, herşeyi (öleceğini bile) bilen 1. tekil anlatıdan, herşeyi bilmeyen 1. tekile ve 3. tekile başarılı geçişler var. 3 aile görüyoruz: Ana aile, albayın ailesi ve eşcinsel aile. İlk iki aile, bir hayli sorunlu iken; eşcinsel aile, sorunsuz olarak gösteriliyor. İlk iki ailede, çocuk yetiştirme türleri açısından, iki farklı öğe görüyoruz: Ana ailede, umarsamaz anne-babalık sözkonusu. Çocuk, örnek bir baba istiyor; daha fazla disiplin istiyor. Albayın ailesinde ise, yetkeci bir anlayış sözkonusu. Albayın çocuğu da, daha fazla özgürlük istiyor. İki çocuğun da özlediği, kendilerine ilgi gösteren ama sınırlara da saygı gösteren bir aile.
Filmin Künyesi Yönetmen: Sam Mendes Senaryo: Alan Ball Oyuncular: Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch. |
Film, psikanaliz açısından da, genel psikoloji açısından da, yorumlamaya açık noktalarla dolu. Albayın oğlunun iki yıl akıl hastanesinde tutulması ve ortalama sarışının gözünden, sorunlu, hatta sapık olarak görülmesi, bir psikiyatri eleştirisi olarak değerlendirilebilir. Kurumsal otoriterlik, aile-okul-akıl hastanesi-hapishane vb. çemberinde, gençleri boğuyor. Onlara tek kalan, bu kurumlardan kaçıp kendi hayatını kurma düşü. Bu normları temsil eden ortalama sarışının sıradan olmama takıntısı, aslında narsisist bir çaba olarak okunabilir.
Ana ailedeki kadının emlakçı olması, bir raslantı olmasa gerek. Bu kadın, disiplinciliği açısından, albayla benzerlikler taşıyor. Kanepe takıntısı ve özellikle de akşam yemeğindeki tekdüze düzeni, onun kontrolcü kişiliğini ele veriyor.
Anakahraman da, umarsamazlık açısından, albayın eşiyle benzeşiyor. Albayın oğlunun sürekli film çekmesi, belki de, kendisine odaklanamamasının bir gerekçesi olabilir; çünkü o, çıkıp gidene dek, ikili bir kişilik sergiliyor: Kamusal benliğiyle, bir yandan, yetkeci babasını aynalarken; özel benliğinde, özgürlük için yanıp tutuşuyor.
Filmde, neredeyse hiç bir kadının olumlu olarak betimlenmemesi, feminist bir bakışla eleştirilebilir. Öte yandan, film, ortalama erkek izleyicinin başkahramanla özdeşlik kurması üzerinden ilgi görüyor. Başkahraman, kötü durumunu olumluya çevirirken; özdeşlik kurulabilecek iyi insan modeli, yavaş yavaş albayın oğluna kayıyor.
Filmin sonu, sürprizli; bir yandan da, kendini gerçekleştirmiş anakahramanın öldürülmesi, karamsar bir iletiye sahip: Kendini aşmaya çalışırsan, öldürülürsün. Bari ağır yaralanıp sonradan iyileşseydi...
Öte yandan, katilin eşcinsel bir albay olması, yetkeciliğin bir eleştirisi olarak değerlendirilebilir. Bu film, bir Türk filmi olsaydı, belki de, militarizm adına protesto edilecekti. Sonra ne olmuş olabilir bu filmde? Katil albay, intihar mı eder, hapse mi girer yoksa kaçar mı, bilemeyiz. Fakat albay, filmin açık arayla en kötü kahramanı. Film üzerinde çokça psikanalitik yorum yapılabilirse de (özellikle savunma mekanizmaları), ana aksının otorite karşıtlığı olduğu söylenebilir. Böylece, film, ‘Dövüş Klübü’, ‘Matrix’ ve ‘Otomatik Portakal’ gibi bir kült film olma yolunda önemli bir engeli kaldırmış oluyor. İşte sorumuzun yanıtı: ‘Amerikan Güzeli’, tam da bu nedenlerle hâlâ izlenebiliyor. (UBG/HK)