Amerika'nın keşfi, insan evladının uygarlaşma yolculuğunda çok önemli bir mihenk taşı olup, gezegenin kaderi üzerinde de çok mühim etkilere neden olmuştur.
Avrupalı fatihlerin Amerika kıtasında kolonileşmesi, hem daha önce Amerika'da yaşayan yerli halklar hem de Avrupalı göçmenler açısından olumlu ve olumsuz pek çok değişime kapı aralamıştır. Yerli halkların nüfusunda ve gücünde çok ciddi oranda azalma olurken, yeni kıta, yeni gelenler için cennet arayışında bir umudu yeşertip, yeni fırsatlar ve yeni bir hayat kurma, yeniden başlama imkanı yaratmıştır.
Kristof Kolomb'un 12 Ekim 1492 günü ayak bastığı yer, günümüzde tam olarak bilinmeyen Bahamalar'a ait bir adaydı ve bölge yerlileri tarafından Guanahani olarak adlandırılıyordu.
Kolomb'un keşfi, tesirleri günümüzde de devam eden bir dizi siyasi, kültürel ve dini etkilere neden olmuştur. Kolonileşme ve sömürgeleştirme sürecini başlatmış, Avrupalıların taşıdıkları hastalıklar ya da uyguladıkları soykırım nedeniyle yerli halkların nufusunda ciddi oranda azalma olmuştur.
Dünyada kapitalist sistem ve endüstrileşme ile sonuçlanan bu gelişmeler, günümüzde de kültürel olarak bütün dünyayı etkileyen tüketim kültürünün gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Tüketim kültürünün gelişmesi de doğal olarak ekolojik denge üzerinde bir takım problemlere neden olmuştur.
Amerika'nın keşfinin siyasi, kültürel, ekolojik, bilimsel ve teknolojik pek çok etkisi olup, endüstriyel gelişimi ve kapitalizmi beslemiştir. Bildiğimiz anlamda kapitalizmin ortaya çıkışı 16. ve 17. yüzyıllarda gerçekleşmiştir.
Amerika kıtası, özellikle kolonizasyon dönemi, yeni kıtanın restorasyonu yoluyla cenneti yeniden yaratma umudu taşıyan, ilk yerleşen öncülerle doluydu. Bu keşif, dünyada politeist ve monoteist dinlerin mensupları arasındaki mücadelenin, monoteistler lehine gelişmesine neden oldu. Bunun sonucu olarak, Amerika'nın politeist çok tanrılı yerli halklarının nüfusu ciddi oranda azaldı.
Mücadelenin, monoteist, tek tanrıcı, hristiyanlar lehine sonuçlanmış olması endüstrileşme için uygun bir zemin yarattı. Çünkü, politeist çok tanrılı yerli halkların inançları, doğayı kontrol edip azami düzeyde ondan faydalanmayı hedeflemiyordu. Monoteist tek tanrılı inançlar doğanın rasyonalize edilmesine, bir diğer ifade ile doğanın işlenmesine daha uygun olduğu için, endüstrileşmeyi teşvik etti. Bu savaş aynı zamanda, doğa merkezli bir anlayışla, insan merkezli bir anlayış arasında gerçekleşmişti. Doğanın parçası olduğuna inanan çok tanrıcılarla, onu araçsallaştıran tek tanrıcılar arasındaki mücadeleyi tek tanrıcılar kazandı.
Amerika'nın keşfi, endüstrileşme ve teknolojinin gelişmesi ile beraber tektipleştirici, dünya insanlarını, birer tüketim figürüne dönüştüren sürecin başlamasında da çok etkili oldu.
Cennet ütopyası ve eskatolojinin fetihlere etkisi
Avrupalı fatihlerin binyılcı, mesihçi bir anlayışla gerçekleştirdikleri fetihlerle, hristiyanlığı bütün dünyaya yayma arzusu, kısmi de olsa gerçekleşti. Amerika'nın keşfi ve kolonizasyonunun kültürel, siyasi, ekonomik, sosyal ve bilimsel pek çok yönü var. Bu nedenlerin arkasında çok büyük ehemmiyet arz eden dini nedenler de var. Bu yazının konusunu ağırlıklı olarak dini nedenler teşkil etmektedir.
Amerika'nın keşfedilmesinde çok büyük etkileri olan binyılcı ve mesihçi hareketler, cennet ütopyası ve kehanetler üzerine, pek çok çalışma yapılmıştır.
Amerika'nın keşfi ve kolonileşmesi, eskatolojinin (dünyanın sonu ile ilgili inanışlar) etkisi altında gerçekleşmiş olup, çok önemli dini sonuçları olmuş, tek tanrılı dinlerin bütün dünyaya yayılmasına çok katkı sağlamıştır.
Dünyanın belirli aralıklarla düzeninin bozulduğu ve yenilenmesi gerektiği düşüncesi sadece ilkel toplumlarda değil tek tanrılı inanç sistemlerinde de gözlemlediğimiz bir şey.
Aslında dünyanın yok olması kötümser bir düşünce değildir. Dünya kendine özgü bir sürede yozlaşır ve çöker. Yozlaşan dünya yeniden yaratılır. Başlangıçların yetkinliği fikri önemlidir. Bu nedenle başlangıçların mükemmelliğine dönme arzusu hem çok tanrıcılar hem de tek tanrıcılar nezdinde gördüğümüz bir inanç olup, başlangıçtaki altın çağa dönüş isteği hep vardır.
Yeni bir çağın gelişi için, bir takım yıkıcı değişimlerin olacağını iddia eden binyılcılıkta olduğu gibi eskatolojinin Amerika'nın keşfinde çok önemli bir rol üstlendiğini görüyoruz.
Dünyevi hayat ve gezegen olarak dünyanın kaderi üzerinde çok önemli etkileri olmuş olan, yeni kıtanın keşfinin arka planında, gerilim ve büyük tutku içeren, kehanet, eskatolojik ve mesihi hareketlerin çok olduğu görülmektedir.
Büyük denizci Kristof Kolomb coğrafik keşiflerine eskatolojik bir anlam yüklüyor ve "Yeryüzü Cenneti"ne yaklaştığından şüphe etmiyordu. Kolomb için yeryüzü cennetini arama, İncil propagandasına açık yeni bir dünyadan daha fazla şeyi ifade ediyordu, keşif olayının eskatolojik bir değeri vardı. Kolomb, Prens John'a şöyle söylüyordu: "Tanrı beni yeni bir göğün ve yeni bir yeryüzünün elçisi yaptı. İşaya'nın ağzı ile konuştuktan sonra, Aziz Yuhanna'nın vahyinde ondan bahsetmişti ve bulunduğu yeri bana göstermişti."
Yeryüzünün yenilenmesi ile cennete dönüş
Batı Avrupa'yı ciddi şekilde etkileyerek değiştiren okyanus ötesi seferler, mesihi ve apokaliptik bir atmosferde gerçekleşmişti. Çelişkili sebeplerine rağmen Avrupa'nın her yerinde dünyanın çok yakında yenileşeceğine inanılıyordu.
İki Amerika'nın kolonileşmesi eskatolojik bir düşüncenin etkisi altında gerçekleşmişti. Hristiyan dünyanın yenilenmesinin vaktinin geldiğine, gerçek yenileşmenin yeryüzü cennetine dönüş olduğuna inanılıyordu.
Bir diğer inanışa göre de kutsal tarih, Kutsal Kitap'ın bahsettiği olağanüstü hadiselerin tekrarı idi. O dönemin edebiyatında, vaazları ya da yazışmalarında bu inanışın etkisini görürüz. İngilizlerin gözünde Amerika'nın kolonileşmesinin kutsal tarihin tamamlamasından ibaret olduğunu, bu inanışa bir örnek olarak verebiliriz.
Protestan teologlar batıyı ahlak ve maneviyatın gelişimi ile bir tutmakta idiler. İngiliz teolog William Crashaw'un ifadesi ile "İsrail'in Tanrısı İngiltere'nin Tanrısıydı." Sir Humphrey Gilbert, İngiltere'nin geniş topraklara sahip olmasının Tanrının sözü sayesinde gerçekleştiğini ifade ediyordu. Doğuda başlamış bu dinin batıya doğru ilerleyip batıda duracağını söylüyordu.
Teolog Thomas Burnet, Archaeologiae adlı eserinde şöyle diyordu: "Tıpkı güneş gibi bilimde gelişimine doğuda başlamış, sonra uzun zamandan beri ışığından yararlanılan batıya dönmüştür."
Hristiyan düşünür, din adamı ve Anglikan piskoposu George Berkeley (1685-1753) meşhur şiirine "İmparatorluğun batıya doğru seyri, yolunu tutmuş" ifadeleri ile başlamış ve İngiltere'nin spiritüel rolünü yüceltmek için güneş benzerliğine başvurarak, güneş sembolizminden yararlanmıştı.
Avrupa'da Galilei ve Kopernik'in keşiflerinden sonra güneş sembolizmi Mısır uygarlığının da etkisi ile rağbet görüyordu. Avrupalılar, Kopenik'in keşfini yüz yıl gibi kısa denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde sindirebilmişti. Artık güneşin, dünyanın etrafında dönmediği anlaşılmıştı. Güneş merkezcilik, ortaçağ gerikalmışlığına bir tepki olarak ilgi görüyordu.
Amerika'ya ilk yerleşen İngilizler kendilerini Tanrı'nın yardımı ile bütün Avrupa için bir reform örneği teşkil edecek şekilde, "Tepe üstünde bir şehir" kurmak gibi ulvi bir sebeple Tanrı tarafından seçilmiş olduklarına inanıyorlardı.
Reform dönemine kadar Amerika'nın Avrupalılardan gizlenmiş olmasının tanrısal bir inayet ve işaret olduğu düşünülüyordu.
Evrensel kurtuluşun ve ahlaki yenilenmenin kendileri ile başlayacağını, batıya doğru güneşi takip ederek, batının cennet bahçelerine ulaşıldığında bu ilahi hedefin gerçekleşeceğine inanıyorlardı. İngiliz şair George Herbert'in dizelerinde konu şu şekilde ifade bulur:
"Din, ülkemizde, denize uzanan burunda bulunuyor,
Amerikan sahiline geçmeye hazır vaziyette."
Bilginin ve gerçek dinin doğudan batıya doğru ilerlediğine dair inanış, öncülerin batıya doğru itilişlerinin sebebiydi.
Amerika, Protestan reformunun merkezi olmuş, yeryüzü cenneti olarak görülmüş, Kilise reformunun mükemmelleşmesi arzu edilmiştir.
İsviçreli hümanist bilim insanı ve reformcu Ulrich Hugwald, Amerika'nın keşfinden sonra insanlığın "İsa'ya, tabiata, cennete" döneceği kehanetinde bulunmuştu.
Amerikalı büyük Püritanist ve Harvard Üniversitesi rektörü Increase Mother konu hakkında şöyle diyordu: "İsa'nın krallığı bütün yeryüzünü doldurduğu zaman, bu yeryüzü, cennetsel hal içinde restore edilmiş olacaktır."
Amerika İsa'nın ikinci geliş yeri olarak seçilmiştir. Binyıl hareketine eşlik edecek olan inanç, içsel bir mükemmeliğin dış tezahürü olarak yeryüzü cennetinin değişimidir. Bu inanç Amerika'nın inşa edilmesinde, endüstrileşme hareketinde etkili olmuş gibi görünüyor.
Amerika'ya gelen öncüler yeni kıtayı cennet olarak görüyorlardı. İspanyollarla ve Osmanlılarla savaşmış olan İngiliz maceracı, paralı asker, yazar ve kaşif olan John Smith, New England sahilleri boyunca seyehat ederek şu ifadeleri kullanmıştı: "Gök ve yer insanın yerleşmesi için bir yer oluşturmak üzere daha önce hiçbir yerde hemfikir olmamışlardır. Biz tesadüfen Tanrı'nın böyle yaptığı bir ülkeye geldik."
İngiliz yazar George Alsop Maryland'i, "Yeryüzü Cenneti"ne benzeyen tek yer olarak sunar.
Kolonizasyon hakkında kitabı da bulunan, Amerika'ya yerleşen öncülerden olan tüccar Edward Johnson ise Massachusetts için "Tanrı'nın yeni bir cennet ve yeni bir yeryüzü yaratacağı yer" ifadesini kullanır.
Bostonlu bir püriten olan John Cotton ise Massachusetts için gemiye binmeye hazırlananlara, "Adem'e ve onun soyuna verilen kutsal yasanın inayeti ile Tanrı'nın imtiyazını elde ettiklerini" müjdeliyordu.
Amerika'ya giden öncülerin ifadelerinden Amerika'nın yeni bir cennet tasavvurunda ne kadar önemli bir rol oynadığını görüyoruz.
Avrupalı güçler, okyanus ötesi dünyanın kolonileşmesinde rekabet halinde idiler. Roma ve Katolik milletler şeytanlaştırılmıştı. Bu konu İngiliz koloni edebiyatında işlenmiştir.
İngiliz püriten, avukat ve öncü figür olan John Winthrop'a göre New England'ın ilk vazifesi, genel merkezi Roma olan katolik tarikatı Cizvitler tarafından oluşturulacak olan mesih karşıtı kralığa karşı sur inşa etmekti.
İngiliz koloni edebiyatına bir süre için şu konu hakim olmuştu: İnsanın muhteşem zaferini yıkmak isteyen Anti İsacı hareket olarak görülen Roma ve Katolik milletler Deccal ile özdeşleştirilmişti. Katolik Avrupa, yeni dünya cennetine karşı bir cehennem, lanetli bir yer olarak sunuluyordu.
Avrupalı güçler arasındaki bu rekabet büyük ölçüde ekonomik düzeyde gerçekleşiyordu.
Amerika'ya giden öncülerin girişimleri insanı, eski pagan dininin bedensel günahlarından arındırmayı hedefliyordu.
Avrupalı öncülerin Amerika'yı binyılcı inanışlara göre kolonizasyonunun bir diğer yönü de Amerika'nın bir takım şeytani varlıklarla dolu bir çöl olduğu yönünde idi. Vaazlarda mevcut sefaletin onlara vaat edilen yeryüzü cennetine ulaşmadan önce verilmesi gereken bir takım ahlaki ve spiritüel sınavlar olduğu söyleniyordu.
Amerika'ya ilk ulaşan öncüler kendi durumlarını Kızıldeniz'den geçiş sonrası İsraillilerin durumuna benzetiyorlardı. İngiltere ve Avrupa'daki durumları Mısırlı kölelerin durumu gibi olup, korkunç imtihanlardan sonra Kenan ülkesine varmış olacaklardı. Bu inanış Cotton Mother tarafından şu şekilde ifade edilir: "Vaat edilmiş ülkeye ulaşmak için geçeceğimiz çöl, ateşten uçan yılanlarla doludur."
Yeni Kudüs fikri ortaya atıldı. Jonathan Edwards, New England'ın bir "Yeryüzü Cenneti"ne dönüşeceğini, bununda çalışma sayesinde mümkün olacağını söylüyordu. Binyılcı fikirler, ilerlemeci bir anlayışa dönüşüyordu. İlk etapta cennet Yeni Dünya'da dünyevi imkanlarla ilişkili idi. Daha sonra ise ahir zaman ile ilgili sefalet ve felaket dönemi unutuluyor ve eskatolojik gerilim azaltılıyordu. Bu şekilde devam eden ve sürekli bir iyileşmeyi beraberinde getiren ilerlemeci bir anlayış hakim oluyordu.
Batının, ilerlemeci hayat anlayışının işaretlerinin o dönemlerde de görülüyor olduğunu söyleyebiliriz.
Amerika'ya ilk gelenlerin değerlendirmelerine göre iyi ve kötü arasındaki savaş, protestanların katoliklerle mücadelesinde kendini gösteriyordu. İngiltere, koloniler tarafından herhangi bir hücuma maruz kalmamıştı.
Fakat 1640'dan itibaren kolonilerle anavatan arasında bir çekişme başladı, gerilim yükseldi. İngiliz reformu eksik bir reform olarak tanımlanıyor ve İngiltere'nin dini uygulamaları İsa'nın düşmanının (Anti- Christ) işi olarak görülüyordu.
Apokaliptik anlatıda İngiltere, artık Roma'nın yerine geçmiş ve şeytanlaştırılmıştı. Bu düşüncenin neticesi olarak seçilmiş bir halk olarak sadece geleneksel dini anlayışı sürdürmeye devam etmek değil, yeni bir şey olarak, yeniden doğmayı ümit ederek, tarihin son dönemini başlatmakla vazifeli olduklarına inanıyorlardı.
New England, 1646'da kendisini İngiltere'nin bir üyesi ve kolonisi olarak görmüyordu. Kendisini hür bir devlet olarak ilan ediyordu. Oluşan bu bağımsızlık bilincinin kökeni birinci derecede diniydi.
Püriten din adamı ve yazar Cotton Mather New England'da hristiyanlığın ilk zamanlarına dönüşünü bekliyor ve şu sözleri sarfediyordu. "Kısaca ilk çağ, altın çağdı. Bu çağa yeniden gelmek için insanın protestan olması ve hatta püriten olması gerekir."
İlk hristiyanlığın altın çağına dönüşle yeryüzü değişecek ve Increase Mather'ın ifadesi ile kilisenin yenilenmesi, dünyayı cennete çevirecektir.
Püritenler için hristiyanlığın fazileti sadelikti. Akıl, kültür, öğrenme, nezaket ve lüks, şeytan icadıydı. İlkel Hristiyanlığa dönüş, yeryüzünde cenneti yeniden yaratacaktı. Bu düşünce de Cizvitlerin bilgisini hor görmek kadar, kültürlü, zarif, iktidar ve otoriteye alışkın İngiliz aristokrasisinin de eleştirisi vardı.
Aşırılık veya lüks giyim olumsuzlanıyordu. İngiltere'nin bozulmuş adetlerinin karşısına basit hayatı ve kolonilerin ahlaki üstünlüğünü koyuyorlardı.
Amerika'ya ilk gelen öncüler, kültür ve kıyafet ile ilgili şeyleri küçümsüyor, İngilizlere karşı ahlaki üstünlüklerini ilan ediyorlardı.
Ormanlar, ovalar, kırsal hayatın güzelliği, şehirlerin kötülük ve günahlarının karşısına konumlandırılmıştı. Amerika cennetini Avrupa şehirlerinden gelen şeytani güçler işgal etmişti.
Avrupa'nın şeytanlaştırılması zaman içinde kolonilerin bağımsızlıklarını ilan etmelerine hizmet etti.
İnsanın yeryüzündeki pek çok faaliyetinde, dini inançlarının etkisini görürüz. Amerika'nın keşfi ve kolonileşmesinin kökenindeki din faktörü çok önemli idi. Fakat süreç içinde seküler bir yaşam tarzı oluştu.
İnsan evladı, eylemlerini meşrulaştıracak inanç ve kültür üretme konusunda çok başarılı bir tür. Politeist veya monoteist dinlerde görülen inanç veya bu inançların yorumları, insanların bireysel ve toplumsal eylemlerini gerçekleştirmek için dayanak teşkil ediyor.
İnançların, insanların ve gezegenin kaderi üzerinde ne kadar çok etkili olduğunu bugün bile gözlemleyebiliriz. İnsanlar eylemlerinin sorumluluğunu Tanrı'ya yükleme eğilimindeler. Kötücül davranışlar ve eylemlerine meşruiyet zemini hazırlamak için bilinçdışı düzeyde çeşitli hikayeler, inançlar yaratıyorlar.
İdeolojik, dini veya ekonomik nedenlerden dolayı ülkeler işgal ediliyor, soykırım yapılıyor. Gazze örneğinde gördüğümüz gibi insanlar açlık, sefalet ve soykırıma maruz kalıyor. Gazze'de yaşananları, ne aklımız ne de kalbimiz anlayabiliyor. Açlığa mahkum etme geçmişte de bir savaş taktiği olarak kullanılsa da yirmibirinci yüzyılda bu manzaraya bakmak gerçekten de çok zor.
Arka planda, bir dini inanç ve kıyamet beklentisi var. Dünyaya cennetin yeniden hakim olmasını sağlamayı amaçlayan, Tanrıyı kıyamete zorlayan eylemler, adım adım dünyayı bir cehenneme dönüştürüyor.
Dünyaya yeniden iyiliği hakim kılma, yeryüzüne kaybolmuş cennetini yeniden kazandırma girişimleri manidar bir şekilde dünyada cehennemi yaratıyor.
Siyaset, ekonomi, din gibi nedenleri olan bu fetihler, sosyal, kültürel ve dini konularda baskıya neden olup, soykırım ve tehcir gibi çok büyük acılara neden oluyor. Fakat aynı zamanda teknolojik ve bilimsel pek çok gelişmenin de kapısını aralıyor. Bugün tıp alanında elde edilen gelişmelerin bir kısım temellerinin Nazi Almanya'sında atılmış olması gibi.
İnsan evladı hayatın bilinmezliği ve anlamsızlığını aşabilmek için toplumu bir arada tutabilecek, hayatı anlamlı hale getirecek inançlar, değerler, hikayeler ve kültür yaratıyor.
Akıl almaz büyüklükteki bir evrende, küçük mavi bilyede varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Zamanın yavaş yavaş tükettiği hayatlarımıza, anlam kazandıracak inançlar ve değerler, bu korkunç büyüklükle bir nebze de olsa başa çıkmamızı sağlıyor.
Şeylerin faydası olduğu kadar zararının da olduğu gerçeğini unutmamak gerek. Tutunduğumuz inançlar, tanrı adına savaşmamız, yeni topraklar fethetmemiz, pek çok insanın hayatını olumlu veya olumsuz yönde değiştirebiliyor.
Amerika'ya giden Avrupalı fatihlere cennet gibi görünen Amerika toprakları, onların gelişi ile beraber yerli halkların adeta cehennemine dönüşüyordu. Avrupalıların cennet arayışı, ve kendi kutsalını bütün dünyaya yayma ülküsü, yerli halklara bir karamsarlık yaşatıyor ve Avrupalıların sebep olacağına inandıkları kıyametten önce sığınılacak, kötülüğün olmadığı bir cennet arayışına sürükleniyorlardı.
Her iki grupta da bir cennet arayışı ve özlemi vardı fakat bu iki cennetin özellikleri farklıydı. Yerlilerin cennet anlayışı doğa ile daha uyumlu bir yaşam düzenini teşvik ederken, Avrupalı işgalcilere göre cennet, restore edilmiş şekil verilmiş ve doğanın kontrol altında tutulmaya çalışıldığı bir dünya cenneti anlayışı idi.
Amerika fethedilmemiş olsaydı bilimsel ve teknolojik açıdan bu kadar ileride olur muyduk? Pek sanmıyorum. Monoteist dinlerden beslenen, doğadan azami düzeyde faydalanma ve onu kontrol etme yaklaşımı, sosyal ve fen bilimleri açısından pek çok gelişmeyi, kazanımı beraberinde getiriyor.
Fakat aynı zamanda bütün kaynakların insanın emrine amade olduğu düşüncesi doğanın, araçsallaştırılıp, hor bir şekilde kullanılması gibi bir kötü sonuç ta doğuruyor. Bizim dışımızdaki canlılar ya tükeniyor ya da tükenme tehdidi ile karşı karşıya kalıyor.
Ekolojik dengenin bozulması, sadece bitkiler ve hayvanları değil, biz insanları da tükenme tehdidi ile karşı karşıya bırakıyor. Endüstrileşmenin ve kapitalizmin getirdiği tüketim anlayışı, çevre kirliliğine sebep oluyor ve küresel iklim değişikliğine neden oluyor. Çok hızlı bir gelişme elde etmiş olmamızın sonuçları bunlar.
İnsanın, doğanın acımasızlığına karşı kendisini korumak ve güvende tutma isteği, insanca yaşama arzusu, son derece doğal, fakat aynı şekilde var olma hakkına gezegen olarak dünyanın ve içinde yaşayan diğer canlıların da sahip olduğunu unutmamak gerek.
Dünyanın doğal kaynaklarının paylaşımı ile ilgili pek çok savaş ve işgal gerçekleşiyor. Ekonomik ya da siyasi manipülatif oyunlar, kültürel savaşlar, dünya sahnesinde kendisine yer buluyor. Bu konulara ilişkin türlü türlü komplo teorileri insanların zihnini meşgul ediyor.
Herhangi bir savaşta ya da iç ve dış siyasi mücadelelerde inançlar üzerinden gerçekleşen psişik savaşların, taraflarına somut hayatın içinde etkisi olup olmadığını bilmiyoruz.
Savaş durumunda ya da siyasi, ekonomik ve kültürel mücadele halinde Tanrı'ya yakaran tarafların dualarına, Tanrı karşılık verir mi? Güneş bile ayrım yapmadan bütün canlıların üzerine doğarken, Tanrı taraf tutar mı?
Mitolojik inançlar ve dinler, insanları aynı ümidin, ortak bir paydanın içinde, sevginin ve saygının etrafında birleştiriyor, ilahi bir güce sığınmanın getirdiği huzurla, insanların güven içinde yaşamasını sağlıyor.
Aynı dili konuştuğumuz, aynı ahlaki değerleri taşıdığımız, ortak bir zemin yaratıyor. Benzer hedeflerle insanların işbirliği halinde çalışıp, uygarlaşma serüvenine katkı sağlamalarını mümkün kılıyor.
Fakat aynı zamanda, savaşlar, işgaller, katliamlar, soykırım ve tehcir gibi pek çok acıya ve kötülüğe de sebep olabiliyor. Kimi zamanda siyasi manipülasyonlara dayanak teşkil ederek hak ihlalleri ve insanlık dışı pek çok uygulamaya da neden oluyor.
İnsan henüz, başka insan ya da toplumların, inanç, kültür, etnik köken, ekonomik ya da sosyal sınıf, fizyolojik özellikler gibi şeyler üzerinden, başkalarını ötekileştirmenin, kendisi dışındakileri tahakküm altına almanın çok kötü bir şey olduğunu, tam olarak anlayamıyor.
İlerleyen zaman insanın kötücül niteliklerini tedavi etmeye imkan tanır mı bilinmez ama, insan cenneti öncelikle kendi aklında ve kalbinde yaratmanın, bizzat cennetin kendisi olmanın bir yolunu bulsa, hem gezegen hem de kendisi için çok iyi olur.
(FÜ/EMK)







