Ülkelerin tarihinde gurur verici, şanlı olaylar olduğu gibi utandırıcı, acıklı olaylar da vardır. Lâkin hangilerinin hatırlanacağını, hangilerinin unutulacağını seçmek imkânı yoktur.
Amerika Birleşik Devletleri’nde gündelik siyaset büyük ölçüde imge ve algı düzeyinde icra edilir. Ve bu konunun tartışmasız uzmanları tutucu Cumhuriyetçi Parti’dir. Olayları ve konuları sloganlaştırıp koyun sürüsü taraftarlarında yapay infial yaratarak oy toplamakta Cumhuriyetçi Parti’nin üstüne yoktur.
Bu aralar gündemde olan yapay infial konularından biri “Eleştirel Irk Kuramı (Critical Race Theory — CRT)” adı verilen öğretidir. Kökleri 1960’lı yıllara dayanmakla birlikte özellikle 1980’li yıllardan itibaren akademik çevrelerde serpilen ve giderek olgunlaştırılıp derinlik kazandırılan CRT, ırk ve ayrımcılık konusunu bilimsel/kuramsal plânda izah etmeye çalışır.
CRT’nin hareket noktası, ırk kavramının sanılanın aksine doğal ve verili olmadığı, belli tarihî şartlarda, belli siyasî ve iktisadî saiklerle üretildiği fikridir. Örneğin evet, ırk ten rengine dayanır, ten rengi de doğal bir niteliktir; ama neden ten rengi önemlidir de kulak şekli yahut parmak uzunluğu değildir? Çünkü ten rengi, belli bir konjonktürde, varolan eşitsizlikleri doğallaştırmakta ve meşrulaştırmakta işlevsel bulunmuş bir niteliktir.
Eğer Fransız Devrimi ile Amerika’nın bağımsızlık mücadelesinin beyaz tenli insanlarda uyandırdığı eşitlik ve insan hakları talepleriyle, aynı dönemde süregelen ve Afrikalı siyah tenli insanların emeğinin sömürülmesine dayanan kölelik düzeni çelişmeseydi, ten rengi işlevsel bulunmayacak, belki mevcut olan başka eşitsizliklerin istinad ettirileceği başka farklılıklar etrafında üstünlük/aşağılık fikirleri inşa edilecekti.
Irkçılığın sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim gibi başka toplumsal fay hatlarına indirgenememekle birlikte mutlaka onlarla birlikte düşünülmesi gerektiği, bireylerin muhtelif kimliklerinden kaynaklanan özgün bakış açılarının, yalnız o bireyleri değil, tüm toplumu irdeleyip anlamakta olmazsa olmaz önem taşıdığı da CRT’nin yapıtaşları arasında yer alır.
CRT temelli araştırmalar, ırkçılığın Amerikan toplumunun müzmin bir hastalığı olduğunu ve hâkim unsur olan beyazların menfaatlerini gözetip desteklemek amacını güttüğünü, bu nedenle de beyazların kaçınılmaz olarak ırksal ayrıcalığa (white privilege) sahip olduğunu göstermiştir. Yani bir beyazın bir siyahı şahsen ezmiş yahut sömürmüş olması gerekli değildir, mevcut toplumsal şartlarda bizatihi beyaz olması hasebiyle imtiyaz sahibidir kendisi.
Beyazların yüzyıllardır süregelen bir eşitsizliğin semeresini yediği, siyahların alın teri üzerine bina edilmiş bir servetten az veya çok nemâlandığı açıktır. Bu Amerikan toplumunun inkâr edilemez bir gerçeğidir, ve her Amerikalının bunu bilmesi yurttaşlığın asgarî gereksinimi, hattâ koşulu olmalıdır. Değil mi?
Nitekim ilk ve orta öğretim tedrisatlarının merkez tarafından değil ilçe düzeyinde belirlendiği Amerika’nın birçok bölgesinin okullarında, sosyal bilgiler derslerinde CRT’den de söz edilmesi birkaç seneden beri olağanlaşmıştı.
Derken efendim... Geçen yıl, cumhurbaşkanı seçimleri yaklaşırken, Cumhuriyetçi Parti yeni bir günah keçisi ihtiyacı duydu ve okullarda CRT’den söz edilmesinin yanlış olduğunun propagandasını yapmaya başladı. Masum beyaz çocukların beyinlerinin yıkanmasına ve üstelik gereksiz yere üzüntü duymalarına sebep olan bu konuyu komplocu solcuların dayattığını iddia etti ve ırkçı kalabalıkları seferber ederek birçok okul bölgesinde tedrisattan kaldırılmasını sağladı. Ama asıl maksat ders programını değiştirmek değildi elbette, bunu bahane ederek oy toplamaktı. CRT konusunu çalışan ciddi akademisyenlerin meseleye açıklık getirmeye yönelik çabaları işe yaramadı, CRT’nin ne olduğunu bile bilmeyen cühelânın istediği oldu.
Neden anlattım durup dururken bunları? Çünki Arif Şentek’in “Varlık Vergisi Üzerine Güncellemeler” (Bianet, 11 Aralık) başlıklı güzel ve önemli yazısı, şu anda bulunduğum Amerika’da sürmekte olan CRT tartışmalarını aklıma getirdi. Şu açıdan: Amerika’da beyazların, siyahların alın teriyle, hattâ kanıyla sulanmış olan servetten nemâlandıklarına herhalde bir an olsun şüphe duymayacak, dolayısıyla da bu konunun söz konusu edilmemesini yanlış bulacak olan birçok Türkiyeli, Varlık Vergisi faciasının şu yetmiş dokuzuncu yılında hâlâ tartışılmasını doğru bulmuyor, diziye konu edilmesini öfkeyle karşılıyor, olayı meşrulaştırmaya çalışıyor... Ama neticede sadece kendi kendilerini kandırmakla kalıyor.
Varlık Vergisi’nin sadece savaş zenginlerinin haksız kazançlarını hedef aldığı, Türkiye’de Ermenilerin soykırıma uğramadığı yahut Gayr-i Müslimlerin Türkiye’deki mallarını “terk” ettiği gibi, sadece Türk milliyetçilerin inancına mazhar olan bir safsatadır. Tek parti döneminin en katıksız ırkçı faşistlerinden Şükrü Saraçoğlu’nun torununun ne düşündüğü açıkcası hiç umurumda değil, dedesini aklamak için böyle saçmalıklara tevessül etmesine ancak acıyabiliyorum. Sağ’da mı, Sol’da mı durduğunu kendi de bilmeyen, bir yerlerden gelen emirlere göre tekrar tekrar rengini yönünü değiştiren Aydınlık çevresine acımaya ise gönlüm elvermiyor bile. Ama yalnız onlar mı?
Ülkemizde milliyetçilik Sağ’ın tekelinde değil. Kemalist Sol’un tanınmış iktisatçılarından Arslan Başer Kafaoğlu ve Korkut Boratav gibileri bile geçmişte Varlık Vergisi’ni savunmuştur. Çünkü olayın mahiyetini anlamaktan acizler, yahut anlamak istemiyorlar. Mesele savaş zenginlerinin haksız kazançlarının vergilendirilmesi değil; zenginden alınıp fakire verilmesi değil; gelirin yanı sıra servetin de vergilendirilmesi hiç değil. Mesele, 1942 Varlık Vergisi’nin âdil bir vergilendirmeden ibaret olmadığı; birtakım seçilmiş tahakkuk memurlarının kapalı kapılar ardında hiçbir somut veriye dayanmadan, keyfî bir biçimde mükelleflerin borcunu saptadığı; bu mükelleflerin ezici çoğunluğunun Gayr‑i Müslim “azınlıklar”a mensup olduğu, oysa bu azınlıkların zenginlerin çoğunluğunu asla teşkil etmediği; belirlenen meblağların temyiz edilemediği; borçlarını ödeyemeyenlerin Aşkale’ye taş kırmağa gönderildiği; toplama kamplarına sürülmemek için birçoğunun varını yoğunu (Müslüman Türklere) sattığı; o da yetmeyince ödenmeleri onyıllar sürecek olan ağır borçların altına girdikleri; neticede güya kanun önüde eşit olan Gayr-i Müslim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının servetinin devlet eliyle gasp edilerek Müslüman seçkin tabakaya aktarıldığı, yani “Türklük” temelinde tanımlanmış bir “ulusal burjuvazi” yaratmak için düzenlenmiş bir sermaye transferi teşkil ettiği.
Varlık Vergisi’nin devletin tezgâhladığı bir hırsızlık olduğunu, mağdurların dininin milletinin ne olduğuna bakmadan ona karşı çıkılması gerektiğini takdir edemeyecek kadar kalın kafalı olanlar, artık neredeyse hiç Gayr-i Müslim kalmamış olan Türkiye’de gasp sırasının muhalif Müslümanlara geldiğini, “FETÖ” mensubu olmakla suçlananların servetinin gasp edilmesi tamamlandığında belki filânca cemaate yahut şu veya bu mezhebe bağlı olanların, belki kâğıt üzerinde Müslüman görünmekle beraber lâiklik taraftarı olmakta direnen saf kan Türklerin bile yarın öbür gün aynı akıbete uğrayabileceklerini düşünsünler bir zahmet. (Konu hakkında ayrıca şuraya bakınız.)
Varlık Vergisi, Kulüp dizisinin arka plânı sadece; ona rağmen bunca yaygara koptu. Ya olayı bütün trajik ayrıntılarıyla canlandıran gerçekçi bir film, bir belgesel çekilseydi ne yapacaktı millet? Canhıraş itirazlardan, yalanlamalardan geçilmezdi her halde. İnsanın kendi kendini kandırması kadar acınası bir şey düşünemiyorum.
Ve yazımın başına döneyim tekrar. Bir: Amerika’da beyazlar siyahları ezmiş, sömürmüş, onların sırtından servet sahibi olmuştur. Okullarda öğretilse de, öğretilmese de bu bir gerçektir ve gerçek kalacaktır. Bazı beyaz Amerikalıların devekuşu misali başlarını kuma gömmesi hiçbir şey değiştirmez. İki: Varlık Vergisi faşizan bir hükümetin bir kesim vatandaşı uğrattığı elim bir haksızlıktır. Hakkında dizi çevrilse de, çevrilmese de bu bir gerçektir ve gerçek kalacaktır. Bazı Müslüman Türklerin devekuşu misali başlarını kuma gömmesi hiçbir şey değiştirmez.
Helalleşmek iyidir, ama gerçekleri kabul etmek daha önemlidir. (İCS/RT)