Yaşadığınız şehrin nüfusu 10 milyona yaklaşmışsa ve hükümetin hizmete soktuğu ambulansların sayısı 50'ye bile varmıyorsa ne yaparsınız?
Üstelik söz konusu şehir şiddetin kol gezdiği, suç ve kaza oranı gayet yüksek bir mega-kentse emprovize çözümler üretmek zorunda kalmanızı kim sorgulayabilir?
Zaten ölüm kalım meselesi olduğunda sizin için aldığınız hizmetin kalitesi mi, yoksa bir an önce tıbbi müdahalenin yapılacağı bir hastaneye ulaştırılmak mı mühim?
Tüm bu sorulara ve daha fazlasına cevap niteliğindeki bir belgesel dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Ocak ayındaki Sundance'ten sonra 40'ı aşkın festivale katılmış durumda, pek yakında Kosova'nın Prizren şehrinde düzenlenecek Dokufest'te de yer alacak.
Aralarında TRT Uluslararası Belgesel Ödüllerinden üçüncülüğün de bulunduğu 15'e yaklaşan ödüllerinden sonuncusu Sheffield Doc/Fest'ten Büyük Jüri Ödülü.
Filmin adı Midnight Family (Geceyarısı Ailesi), 90 dakikalık yapımın yönetmeni Luke Lorentzen, mevzunun geçtiği şehir ise Meksika'nın korkutucu başkenti Meksiko'nun ta kendisi.
Vahim bir manzara ile karşı karşıya olduğumuz kesin: Zar zor geçinmekte olan Ochoa ailesi çareyi gayriresmî ambulans sektörüne girmekte bulur. Gerekli tıbbi donanıma ve bürokratik izinlere tam olarak sahip olmasalar bile bilhassa geceleri kentin tekin olmayan sokaklarında kâh nöbet tutarlar, kâh devriye gezerler. Polisle işbirlikleri memurlara sık sık haraç vermekten geçmektedir, buna rağmen arada sırada aralarında geçimsizlikler de baş gösterir…
Yönetmen Lorentzen gözlemci bir tavır takınarak kahramanlarını kesinlikle sorgulayıp yargılamıyor, çeşitli epizotlar aracılığıyla duruşlarını yavaş yavaş deşifre ediyor.
Hürmet ve minnet
Bilhassa zor anlarda insanların hızla yardımına koşan birine saygı ve şükran, hatta hayranlık duyulmaması imkânsızdır.
Ochoa ailesinin ambulansına misafir edildiğimizde içimizde kabaran ilk duygular kesinlikle bu yönde.
Cadde ve sokaklar gece vakti nispeten boş olsa da hastaya bir an önce ulaşmak için büyük cesaret ve ustalıkla direksiyona hâkim olan ailenin 17 yaşındaki şoförü Juan'dır.
Dinlenme anlarında genellikle Julio Iglesias dinleyip ailenin çoğu ferdi tarafından nedense küçümsenen baba ise aracın içindeki mikrofon ve üzerindeki megafon aracılığıyla yol açma görevini üstlenmiştir. Önlerine çıkan birçok aracın şoförünü en etkin biçimde uyarırken ölüm kalım meselelerinin sözcüsü haline geldiğinin bilincindedir, seyirci olarak da sizin dinamikle bütünleşmemeniz nerdeyse imkânsız hale gelir.
Her bir saniyenin çok mühim olduğu o hayati anları teninizde hissetme ihtimali bir yana, empati gücünüz yüksekse paniğe kapılmanız da mümkün.
Kaza yerine ulaşmak üzere uzun caddelerden hızla geçmek, birçok virajı kıvrakça aşmak gerekmektedir. Üstelik özellikle polis telsizinden kaza haberini almış başka ambulanslarla rekabet ortaya çıkınca gereksiz bir taraftar psikolojisine kendinizi kaptırmanız işten bile değil.
Belgeselde muzaffer ambulans genelde bizimkidir; Ochoa ailesine dair asil duygular beslemeye bile başlayabilirsiniz. Ne de olsa imdadına yetiştikleri bazı hastaların ambulansa verecek paraları yoktur, bizimkilerin de onları zorlayacak halleri…
Yönetmen Lorentzen'in, filmdeki birçok mesele derinlemesine analiz edilmese de öncelikle bizi Ochoa ailesine yönelik takdir duygularıyla donattığı kesin.
Ahlaki ikilem
Derken vaziyetin sanıldığı kadar berrak olmadığı anlaşılmaya başlar. Ambulansın evrakları, izinleri, yasal açıdan kabul edilebilirliği pek zayıftır aslında. Gerekli sağlık hizmetini vermesi beklenen ilgili makamlar özel ambulans sektörüne aslında göz yummaktadır, ama uygun gördüğü dinamik ve zamanlarda ambulans işletmecilerini sıkıştırmayı, polisler aracılığıyla tehdit etmeyi gayet iyi bildiğini de gösterir. Polis memurlarıyla iyi geçinilmesi gerektiğini fazlasıyla özümsemiş Juan'ın bile, memurun birine bir ara kızıp isyan ettiğinde polis aracına apar topar sokulmak suretiyle gözaltına alındığını görebiliyoruz: "Artık her polis rüşvet istiyor!"
Kendisini, ailece gösterilen tüm çabalara rağmen, ölümle sonuçlanan vakalarda gözyaşı dökerken de izliyoruz.
Fakat belgeselci Lorentzen'in bir ajan gibi ailenin içine sızmış olduğunu hissettiğiniz esas anlar Ochoa'ların kaza geçirmiş kişiler veya yakınlarıyla pazarlık sekansları oluyor.
Genellikle telaş içinde, korkuya kapılmış, hafif veya ağır yaralı, her hâlükârda aciz ve teslimiyet içindeki insanları araçlarına aldıktan sonra tatlı tatlı, acımasız pazarlıklar başlıyor. Önce hasta veya yakınları tarafından ambulans masraflarının karşılanıp karşılanamayacağına dair sorular geliyor, ardından varsa sigortalarının veya bütçelerinin hangi seviyedeki hastaneye yetip yetmeyeceğini anlamaya yönelik sorgu takip ediyor ve hayati kararlar buna göre alınabiliyor…
Ochoa ailesinin tıp hususundaki bilgileri de aslında gayet kıttır, araçlarında bulundurulması gereken tıbbi teçhizatın bir kısmı da zaten eksiktir. Deyim yerindeyse, hastanın kellesi sedyede, epeyce belirsiz bir ufka doğru yol alınmaktadır, hastalar açısından "denize düşen yılana sarılır" misali bir teslimiyet mevzubahistir…
Şimdiye kadar çekilmiş, Bulgaristan, Filistin veya Suriye'de geçen emsallerine göre daha iddiasız gibi görünse de Geceyarısı Ailesi filmi kesinlikle vicdan muhasebesi yaptırıyor. Çürümüş bir idarenin altındaki, ahlaki değerlerini yitirmiş, sanki çaresiz kalmış bir toplumun sade bir portresini çizerken çakallığın âlâsını afişe ediyor.
Olacak o kadar...
Oysa benim hasta olarak taşındığım tek ambulans tecrübem ne kadar da tatlıydı. Adanın normalde asla inmeye cesaret edemediğim uçurumundan aşağıya bir orta yaş hezeyanı sırasında inerken zaten tutuk olan belim yanlış bir hareket yüzünden kitlenmeye başlamıştı. Adanın yerleşim alanıyla bağlantısı olmasa da deniz kıyısına son bir çabayla inebilmiş, fakat bu arada, güneşli bir gün olmasına rağmen Şubat ayı olduğundan hava erkenden kararmaya ve soğumaya başlamıştı.
Bir süre sonra tesadüfen uçurumun tepesinde beliren adalı yağız gence sesimi duyurduğumda o hızla adanın köyüne koşmuş, kısa bir süre sonra iki tekne dolusu insanı yardımıma yollamıştı.
Ama esas ambulans, adayla şehir arasındaki bağlantıyı sağlamakla mükellef Şehir Hatları vapurlarının o zamanlar yanaştığı Sirkeci iskelesinden beni Beyoğlu'ndaki evime götürecek olanıydı. Vaziyetimi yeterince vahim olarak algılamamış olduğunu düşündüğüm babam bulabildiği en küçük ve büyük ihtimalle en ucuz ambulansı ayarlamış gibiydi: Karşımda ambulansın iki işletmecisi olarak da adeta Olacak O Kadar ekibinden Levent Kırca ve Oya Başar'ın köylü tiplemeleri duruyordu. Daracık kapalı kamyonetin içindeki tekerlekli sedyeye yatay pozisyonda bir tek ben sığabilmiş, bana o ana kadar yakından eşlik etmiş olan annem ve babam sözde ambulansı takip eden bir taksiyle mahallemize varmışlardı.
Normalde araç geçişinin izne tabi tutulduğu Postacılar Yokuşuna olağanüstü dinamik sayesinde girilebilmişti, fakat nedense geri geri girilmesi uygun görüldüğünden apartman kapısının önüne varılıp ambulansın arka kapılarını şoförün açmasıyla üzerinde yatmakta olduğum sedye epeyce dik olan yokuştan aşağıya doğru hızla hareket etmeye başlamıştı. Neyse ki sakar kahramanlarım kontrolsüzce kaymaya başlamış sedyeyi telaşlı hareketlerle de olsa son anda durdurmuş, bir hasta olarak naklim kazasız belasız tamamlanmıştı. (MT/EKN)