Bu sene 8 Mart Dünya Kadınlar Günü: Beyoğlu Belediyesi tarafından İstiklal Caddesi üzerine cinayete kurban gitmiş kadınların silüetleri çizilmiş; isimleri, yaşları ve neden öldürüldükleri yanlarında yazıyor.
Galatasaray Meydanı’nda, yine belediyenin hazırladığı bir sergi bulunuyor, kadın cinayetleri ile ilgili haberler çerçevelenmiş; bir de Belediye Başkanı’nın mesajı var: “Şiddetin bahanesi yoktur!”
Zeytinburnu Belediyesi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı işbirliği ile “8 Mart 8 Kadın” adında bir sergi hazırlamış; sergide, 8 ünlü kadın, öldürülmüş 8 kadının cinayet anındaki ifadesini canlandırıyor(Ve tabii, haklı olarak, birçok eleştiri aldı: en başta da, şiddet gören kadınları güçlendirecek nitelikte olmadığı ve onları yardım istemekten alıkoyabileceği için.).
New York’ta CEDAW toplantısında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Türkiye’yi, kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda bir rol modeli olarak sunuyor.
Bu yılki Dünya Kadınlar Günü’nden sonra artık hiç şüphe yok, kadına yönelik şiddet, Türkiyeli kadınların hakları ve talepleriyle ilgili hem yerel hem de uluslararası düzeydeki tartışmaların başında gelen bir soru. Ve yıllardır olduğunun aksine, bu defasında tartışmaların ana aktörleri yalnızca kadın hakları konusunda mücadele edenler değil; belediye başkanlarından Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’na kadar devlet temsilcileri ve köşe yazarlarından yazı işleri müdürlerine kadar medya aktörleri de gitgide tartışmaların bir parçası oluyor.
Bu yıl 15 Şubat’ta İsveç Araştırma Enstitüsü’nde düzenlediğimiz bir konferansta (Erkek Şiddeti, Görünürlük ve Medya), üç yıldan bu yana erkek şiddetinin medyadaki temsiline dair yürütmekte olduğumuz araştırmamızın bazı sonuçlarını paylaştık. Kadına yönelik erkek şiddeti söz konusu olduğunda medyada meydana gelen etkileşimlere dair araştırmamızda gördüğümüz bazı örüntüler, bu yılki 8 Mart’ta da ortaya çıktı. Bu nedenle, konferansta üzerinde durduğumuz bazı noktaları tekrar aktarmak istedik.
Bize göre kadına yönelik erkek şiddetinin görünürlüğü, Türkiye medyası düşünüldüğünde artık bir soru değil. Zira Türkiye’deki feminist hareketin çabaları neticesinde konu görünürlük kazandı. Burada, medyada erkek şiddetinin bugünkü görünürlüğünü anlayabilmek açısından önemli olduğunu düşündüğümüz bir örüntünün altını çizmek istiyoruz: farklı “vakalar” arasındaki bağların kurulması, bize göre, erkek şiddetinin bu kadar yaygın olarak haberleşmesini sağladı.
2010’da İstanbul’daki feministler Kadın Cinayetlerine Karşı İsyandayız adı altında bir kampanya başlattılar. Bu kampanyanın ilk toplantılarında bulunan katılımcılardan birinin de bahsettiği üzere, kampanyanın amacı kadın cinayetlerinin ciddiyetinin kamuoyunda fark edilmesini sağlamaktı. Bu konuda bilinç değişikliği yaratmak için yapılması gereken şeylerden birinin de medya alanına yoğunlaşmak olduğuna karar verilmişti, o zaman henüz yeni çıkmış olan ve yüzde 1400 artış olduğuna işaret eden istatistiklere göre.
Geriye dönüp baktığımızda, kampanyanın bu anlamda gerçekten başarılı olduğunu görüyoruz. Kampanyanın ilk eylemlerinden birinde, Başbakan Erdoğan İKAM Konferansı’nda konuşurken feministler, “Erkeklerin sevgisi her gün üç kadın öldürüyor” ve “Eşit değiliz dedikçe daha çok öldürülüyoruz!” yazan pankartlar açmışlardı. Konferansı takip eden kış ve bahar aylarında, bu sloganlar (özellikle de “her gün üç kadın öldürülüyor” sloganı) medyada tekrar tekrar kullanıldı; bu sloganların yanı sıra başlıklarda “bir kadın cinayeti daha” gibi “logolar” da kullanılmaya başlandı.
Bize göre bu ifadelerin kullanılması, farklı şiddet hikayeleri arasında bağlantı kurulmasını sağladı. Medyanın alıp kullandığı feminist sloganlar, o zamana kadar birbirinden bağımsız olarak haberleştirilen olaylar arasında ilişki kurarak buralardaki cinsiyetçi örüntüleri görmemizi sağladı. Kadınların, kadın oldukları için öldürüldüklerini gösterdi.
Medyada birkaç yıldır gözlemlenebilen eğilimlerden biri de bazı örneklerin/vakaların diğerlerine oranla daha fazla görünürlük kazanması ve tek bir vakanın hikayesi olmanın ötesine geçmesiydi. Bu tür vakalar, medya hikayelerinin erkek şiddetini nasıl tanımladığını anlamak açısından “amblem” olma özelliği kazanmışlardı.
Bu tür vakalardan biri de Aralık 2010’da öldürülen Ayşe Paşalı’ydı. Ayşe Paşalı örneğinde, yetkililerin onu korumayı başaramadığı açıkça görülmekteydi. “Medyada bulunan kanıtlarla”, “morarmış gözlerle” de kanıtlanan bu başarısızlık, köşe yazarlarınca da dile getirildi ve medyanın kendisi devletten sorumluluk almasını istedi: erkek şiddetine karşı bir şeyler yapın, şiddete maruz kalan kadınları koruyun dedi (ki bunlar aslında feministlerin çoktandır dile getirdiği taleplerdi). Ayşe Paşalı, devletin bu konudaki başarısızlığı iddiasının sembolü haline dönüştü.
Ancak yetkililer de bu yaklaşımı tersine çevirmeyi amaçlarken amblem vakalara başvurdular: 2012 Ağustos’unda gazetelerde, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın hazırlamakta olduğu bir kamu spotu ile ilgili haber çıktı. Bu spotta bakanlık, şiddetle mücadelesini Ayşe Paşalı’ya referansla anlatmaktaydı:
Gerçek hayatta yalnız bırakılan ve öldürülen Ayşe Paşalı’nın aksine bu kamu spotunda Ayşe Paşalı’nın etrafındaki vatandaşlar onu eşinin şiddetinden koruyorlar: “Geçmişte kalan mutluluklarınızı geri getiremeyiz. Ama yenilerini ekleyebiliriz. Yeter ki bize ulaşın. Şiddete karşı birlikte olalım. Alo 183”.
Bakanlık hikayeyi yeniden yazıyor ve mutlu sonla bitiriyor. Verilmek istenen mesaj: 2010’da olanlar bugün artık olmaz. Bugün vatandaşlar, şiddete uğrayan kadınlara nasıl destek vereceklerini biliyorlar (ya da en azından öğreniyorlar) ve bugün artık Paşalı devlet tarafından yalnız bırakılmaz. Dolayısıyla yetkililer, Ayşe Paşalı’yı devletin başarısızlığının sembolü olmaktan çıkarıp, devletin erkek şiddetini önlemekteki başarısının sembolü yapmayı amaçlıyorlar.
Ancak amblem vakaları dönüştürmeye çalışmanın, politikacıların feminist hareketin kadın hakları konusunda açtıkları alanın hakimiyetini ele almaya çalışmak konusunda attığı tek adım değil elbette: Bunlar arasında öncelikle kadına yönelik erkek şiddeti konusunda bazı kanun ve yönetmelikleri değiştirmesi (ayrıca erkek şiddetiyle mücadele için “teknolojik” bir takım sözde çözümler üretmesi), ardından da kamusal alanda buna dair hiçbir tartışma yokken bir anda kürtaj sorusunu gündeme getirmesi sayılabilir. Üstelik burada ortaya atılabilecek bir hipotez de, feminist hareketin kadın cinayetlerini görünür kılmaktaki başarısının ardından, kürtaj meselesinin gündeme getirilmesiyle asıl yapılmak istenen şeyin feminist hareketin medya ve kadınlar üzerindeki etkisini azaltmaya çalışmak olduğu söylenebilir.
8 Mart’tan sonra, bu sonucu bir adım ötesine götürebiliriz. Yine Ayşe Paşalı cinayetine bir amblem vaka statüsü tanınıyor, bu sefer yedi başka amblem vaka ile birlikte. Ancak, bu amblem vaka örneğinde olduğu gibi, yapmamız gereken şey, feministlerin şiddet hikayelerini görünür kılmak için gösterdikleri çabalar ile medya ve bu örnekte yetkililer tarafından, kadınların hikayelerinin birer “vakaya” dönüştürülmesi arasındaki farkı görebilmek.
Bu noktayı açmak için Jenny Kitzinger’ın, İngiltere’de cinsel şiddet yaşamış kadınlarla ilgili medya söylemlerini inceleyen çalışmasından faydalanabiliriz. Bir yandan, daha önce görünmez olan bir takım deneyimler, medyanın bu deneyimleri görmesiyle birlikte geniş çevrelerce tanınır hale geliyor.
Öte yandan ise hayatta kalanların (survivor) deneyimlerini medya kendine mal ediyor, ve hayatları medya tarafından kamu malı haline getiriliyor. Üstelik, cinsel şiddetin ne olduğunun ve sonuçlarının tanımları da daha çok medya tarafından yapılıyor ve bundan kaynaklı olarak da hayatta kalanlara “ruh sağlığı hizmeti alan kişi” (hizmet alan – client – vurgusu önemli) muamelesi yapılıyor. Dolayısıyla Kitzinger medya tarafından tanınmayı “iki tarafı da keskin bir kılıca” benzetiyor, iktidarın yalnızca sessizlik ve görünmezlik üzerinden yürümediğini söylüyor (age, sf.47). Medya kadınların deneyimlerini görünür hale getiriyor; ancak medyanın hikayeleri farklı amaçlar için seçilip yorumlanıyor.
Ancak bizim örneğimizde, devletin kadınları korumak konusunda gerekeni yapmadığına işaret eden feministlerin tanım ve açıklamalarını kabul etmek konusunda medyanın gösterdiği işbirliği karşısında (ki burada bundan çok genel anlamda bahsediyoruz), yetkililerin de bu “vakalara”, görevlerini yerine getirdiklerini belirtmek için başvurduklarını görüyoruz.
Burada yine ilginç olan taraf, yetkililerin kendi “sergilerinde” de öldürülen kadınların medyadaki temsillerini kullanmaları. Öyleyse şunu sorarak yazıyı bitirelim:artık görünürlüğün niteliği ve sonuçlarına dair düşünme zamanı gelmedi mi? (ÇT)
(1) “Kadına şiddetin sembolü Ayşe Paşalı, kamu spotu”, Habertürk 23 Ağustos 2012. Ayrıca bkz “Kadına şiddetin simgesi Ayşe Paşalı ‘kamu spotu’ oldu”, Kazete.com, 22 Ağustos 2012; ‘Korkma Ayşe!’, Milliyet 22 Ağustos 2012.
(2) Kitzinger, Jenny (2004) Framing Abuse. Media Influence and Public Understanding of Sexual Violence against Children. London & Ann Arbor, MI: Pluto Press.