Altın, insanlık tarihi boyunca hırsın, gücün ve iktidarın simgesi oldu. Antik uygarlıkların hazineleri onun için yağmalandı, imparatorluklar onun uğruna savaştı, milyonlarca insan köleleştirildi ve doğa defalarca geri dönülmez biçimde tahrip edildi. Hatta bir kıta bile altın arayışıyla keşfedildi. Yüzyıllar boyunca altının parlak yüzü zenginlik, güvenlik ve ihtişam vaat ederken, arka yüzü çoğu zaman kan, gözyaşı ve yıkımla anıldı. Bugün ise bu kadim arayış, modern dünyanın kimyasal süreçleriyle şekillenmeye devam ediyor.
Günümüzde altın madenciliğinin merkezinde yer alan siyanür liçi, altının cevherden ayrıştırılmasında en yaygın kullanılan yöntemlerden biri. Düşük tenörlü cevherlerden bile ekonomik olarak altın elde edilmesini mümkün kılan bu yöntem, küresel ölçekte altın üretiminin büyük bölümünde tercih ediliyor. Ancak bu verimliliğin ardında, çoğu zaman gözardı edilen ciddi bir bedel yatıyor: büyük miktarlarda toksik atık ve uzun vadeli çevresel riskler.
Siyanür liçi sürecinde ortaya çıkan atıklar genellikle geniş alanlara yayılan atık havuzlarında depolanıyor. Bu havuzların tabanları kil, sentetik membranlar veya betonla kaplansa da hiçbir mühendislik sistemi zamanın, doğa olaylarının ve insan hatalarının mutlak garantisini sunamıyor. Aşırı yağışlar, zemin kaymaları, depremler ya da yapım kusurları sonucu oluşan sızıntılar; yalnızca siyanürün değil, arsenik, cıva, kurşun ve kadmiyum gibi ağır metallerin de yeraltı ve yüzey sularına karışmasına neden olabiliyor.
Bu noktada sorun yalnızca tek bir kimyasal maddenin zehirliliğiyle sınırlı kalmıyor. Siyanür ve ağır metaller, ekosistemler içinde görünmez ama son derece etkili bir dolaşım ağı oluşturuyor: kirlenen toprak bitkilere, bitkiler hayvanlara, hayvanlar ise insanlara taşınıyor. Bir nehrin ekolojik olarak ölmesi, yalnızca balık popülasyonlarının yok olması anlamına gelmiyor; balıkçılıkla geçinen toplulukların da ekonomik ve kültürel olarak çökmesi anlamına geliyor. Tarım arazilerinin kirlenmesi ise gıda güvenliğini tehdit ederken, uzun vadede halk sağlığı üzerinde kalıcı etkiler bırakıyor. Bu nedenle siyanür, yalnızca çevresel bir sorun değil; kırsal yaşamı ve yerel ekonomileri doğrudan etkileyen çok boyutlu bir toplumsal mesele olarak karşımıza çıkıyor.
Dünya genelinde yaşanan siyanür kaynaklı felaketler, ilk bakışta uzak coğrafyalara ait yerel kazalar gibi görünebiliyor. Oysa bu olaylar, aynı madencilik pratiğinin farklı ülkelerde bıraktığı benzer izler. 2000 yılında Romanya’da yaşanan Baia Mare faciası, bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Bir siyanürlü atık barajının çökmesiyle yüz binlerce metreküp toksik atık nehir sistemlerine yayılıyor; Tisza üzerinden Tuna’ya ulaşan kirlenme, yüzlerce kilometrelik ekosistemi sessizliğe gömüyor. Balıklar günler içinde yok oluyor, içme suyu kaynakları kullanılamaz oluyor. Bu tablo, Türkiye’de süren tartışmaları yakından takip edenler için yabancı değil. Çünkü benzer bir kırılganlık, farklı ölçeklerde ve farklı zamanlarda Türkiye coğrafyasında da kendini gösteriyor. Bergama’da 1990’lı yıllardan itibaren başlayan siyanürlü altın madenciliği tartışmaları, yalnızca bir çevre meselesi değil; toprağın, suyun ve yaşam alanlarının geleceği üzerine verilen uzun soluklu bir mücadeleydi. Yöre halkının yıllar süren itirazları, büyük bir felaket yaşanmadan önce yükselen güçlü bir uyarı niteliği taşıyordu.
Dünyanın başka bir köşesinde, Guyana’daki Omai Altın Madeni’nde yaşanan atık barajı çökmesi, bir nehrin haftalar boyunca yaşam kaynağı olmaktan çıkıp bir tehdit unsuruna dönüşmesine neden oldu. Benzer şekilde, Arjantin’deki Veladero Madeni’nde tekrarlayan siyanür sızıntıları, modern teknoloji ve denetim söylemlerinin tek başına yeterli olmadığını gösterdi. Türkiye’de ise İliç başta olmak üzere bazı maden sahalarında yaşanan kazalar ve sızıntılar, “kontrollü risk” kavramının ne kadar saçma olduğunu acı biçimde ortaya koydu. Bu tür olaylar yalnızca çevreye yayılan kimyasalları değil, aynı zamanda kamusal güveni, bilimsel uyarıları ve kurumsal sorumluluğu da aşındırıyor. Burada insanlık olarak kendimize sormamız gereken bir soru var: Aynı nedenler aynı sonuçları doğuruyorsa, burada hala neyi tartışıyoruz?
Dünya örnekleri ile Türkiye’deki deneyimler yan yana konulduğunda ortaya çıkan tablo oldukça net: Siyanürle altın madenciliği, coğrafya değiştirse de doğası değişmeyen bir risk taşıyor. Nehirler dünyanın her yerinde aynı şekilde kirleniyor, toprak her ülkede benzer biçimde zehirleniyor ve bedeli en ağır şekilde her zaman yerel halk ve bu bölgede yaşayan canlılar ödüyor.
Öte yandan, siyanüre bağımlılığı azaltmaya yönelik alternatif arayışlar da sürüyor. Tiyosülfat liçi, brom ve klor bazlı çözeltiler gibi yöntemler umut verici sonuçlar sunsa da, henüz ekonomik ve endüstriyel ölçekte siyanürün yerini tamamen alabilecek düzeye ulaşmış değiller. Buna karşılık, elektronik atıklardan altın geri kazanımı gibi ikincil kaynaklara yönelen çalışmalar, hem çevresel yükü azaltma hem de döngüsel ekonomi açısından giderek daha fazla önem kazanıyor.
Sonuçta siyanürle altın madenciliği, kısa vadeli ekonomik kazançları uzun vadeli ekolojik ve toplumsal maliyetlerle karşı karşıya getiriyor. Altının çekici yüzü göz kamaştırıcı olabilir; ancak unutmamak gerekir ki altın hayatımız için bir ihtiyaç değil. Doğa ise öyle. Sürdürülebilir bir geleceğin yolu, daha güvenli teknolojilere yatırım yapmaktan, güçlü çevresel denetimler uygulamaktan, şeffaf karar alma süreçleri geliştirmekten ve doğanın değerini ekonomik kârdan bağımsız bir biçimde yeniden tanımlamaktan geçiyor.
(LH/AB)






