Bu suça ortak olmayacağız başlıklı bildiriyi imzaladığı için Cumhurbaşkanı tarafından “güruh”, “mandacı”, “güya akademisyen”, “aydın müsveddeleri”, “aydın değil karanlık”, “sözde aydınlar”, “sözde akademisyenler” diye nitelenenlerden biriyim. Bir mafya liderinin kanlarıyla duş yapacağım dediklerinden biri.
Ege Üniversitesindeki imzacı akademisyenlerin görev yaptıkları fakültelerin dekanlarından oluşan disiplin soruşturması komisyonunda “üzerine atılı suçu işlediği konusunda kanuni ve vicdani kanaat” oluşturmuş ve “kamu görevinden çıkarma cezası” teklif edilip, zamanın rektörünün de geciktirmeden YÖK’e iletmesiyle 2017 yılının ocak ayında bir cuma gece yarısı yayınlanan bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile üniversitedeki görevinden ihraç edilen akademisyenlerden biriyim.
Suçlulaştırılan, hedef gösterilen, itibarsızlaştırılmaya çalışılan, ağaç kökü yemesi gerekenlerden biri. Terörle Mücadele Kanunu'nun (TMK) “örgüt propagandası” fiilini düzenleyen 7/2 maddesinden yargılananlardan biriyim. 15 ay ile 36 ay arasında ceza verilen davalarda, davası sonuçlanmadan Anayasa Mahkemesinin (AYM) Füsun Üstel kararı nedeniyle yeniden yargılanıp beraat edenlerden biri. İrtibat ve iltisak kavramlarının dağarcığımıza katılması da yaklaşık olarak bu döneme rastlıyor.
Belirsizlik rejimi ve hukukun araçsallaştırılmasına tanık olduk, aynı imzanın farklı sonuçlarını deneyimledik; disiplin soruşturması açılıp açılmaması, üniversiteden ihraçlar, özellikle genç akademisyenlerin eğitim süreçleri ile ilgili ciddi akademik kayıpları, “bilim” çevrelerinden dışlanmalar, ceza davasında verilen farklı cezalar, yoksullaşma başta olmak üzere özlük hakları kayıpları, ülke dışına savrulan hayatlarımız, yaşamlarını bu dönemde yitiren dostlarımız… Yanı sıra örmeye çalıştığımız dayanışma ağları, farklı illerde kurulan Dayanışma Akademileri ile ihraç edilen akademisyenlerin var olma mücadeleleri, etrafımızı kuşatmaya çalışan izolasyona karşı direncimiz, dava süreçlerinde örülen muazzam dayanışma ve yalnız bırakmama çabası…
Şimdi bütün bunları neden anlatıyorum diye akla gelebilir. Anlatıyorum çünkü Ankara 21. İdare Mahkemesinin “söz konusu bildiriye imza atmanın, anılan örgüt ile irtibat ve iltisaklı bulunduğunu göstermeyeceğini” belirterek altı yıl üç ay sonra işe iade ettiği az sayıda imzacı akademisyenlerden biriyim aynı zamanda. Biraz şaşkınım, önce böyle bir şey olmamış gibi davrandım kendime bile, depremin ikinci ay raporunu yazmaya devam ettim Türk Tabipleri Birliği (TTB) için, seçmece beni döndürdükleri için kızdım, iade edilmeyenlere yapılan haksızlığın yükünü üstlendim içimde, sonra geri dönmenin de bir mücadele alanı olduğunu yeniden fark ettim.
İhraçtan sonra bu konuyu derinde bir yere gömmüştüm, odalarımızda arama yapılabilmesi için Savcılığa yazı yazan üniversitenin hukuk müşavirini, kapısına asma kilit takılan odamı, ben ihraç edildikten sonra sadece kendilerinin ne olacağını benim de olduğum whatsapp grubunda konuşup duran öğrencilerimi, basın açıklamasına bile gelmeyen asistan, hoca olan çalışma arkadaşlarımı, ihraca giden süreçte yemekhanede, koridorda kafasını çeviren öğretim üyelerini, eski dekanımızın cenazesinde elimi sıkmamak için kafasını başka tarafa çeviren yöneticileri, düzenlediğimiz “Halk Sağlığı Barışa Köprü” temalı kongreye katılmayı sakıncalı bulanları, kongrenin düzenlendiği otelde benim gibi ihraç edilmiş olanlarımızla göz göze gelmemek için köşe kapmaca oynayanları, odalarımızı boşaltmak için bize tanınan iki saatte değerli değersiz eşyalarımı nasıl tasfiye ettiğimi, hepsini ama hepsini gömmüştüm bir yerlere.
İki saatte toplayamadığım kitaplarımı siyah battal boy çöp torbalarıyla evime getirdi sevgili dostlarım. Geride kalmanın ağırlığını ve yükünü taşıdılar. Dışarda bizi, içerde onları birlikte araştırma yapma, ortak akıl yürütme, kolektif olarak kendimizi gerçekleştirme, gündelik akademik hayatı paylaşma olanağından mahrum bıraktılar. Aslında gidenlerle birlikte kalanların da hayatlarından biz olma olanağını çaldılar.
Birlikte ihraç edildiğimiz arkadaşlarımla adına “akademi” dediğimiz yapıyı bize gerçek anlamda bir çatı sağlayan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) içinde var edebildik. Farklı disiplinlerden 11 akademisyen birlikte ilk projeyi yazdık. “Akademisyen İhraçları: Hak İhlalleri, Kayıplar ve Güçlenme Süreçleri[1]” ve “Üniversitenin Olağanüstü Hali[2]” raporları ortaya çıktı iki yılda. İhracın hem öznesi hem gözlemcisi olmak, bu sürecin belgelenmesi, ifşa edilmesi, görünür kılınmasında emek vermek ihracın mağduru değil mücadelenin öznesi olmamızı sağladı. Akademinin dışında çok disiplinli bir çalışma grubuyla akademik bir çalışma yapmanın, bunun aynı zamanda yaşanan travmanın iyileşmesinin bir aracı olmasının, kolektif direnme irademizin beni ne kadar değiştirdiğini, geliştirdiğini ve üniversitenin üzerime yapıştırmış olabileceği "iktidar" kimliğinden nasıl sıyırıp yalınlaştırdığını, bunun bana ne kadar iyi geldiğini söylemeliyim.
Keskin nişancıların dedesinin kucağında vurdukları Miray bebeğin, ölü bedeni kokmasın diye buzdolabında saklanan Cemile’nin, komşusundan dönerken sokakta vurulan ve günlerce yerden alınamayan Taybet ananın, yaralılara yardım etmeye çalışırken vurulan sağlık emekçisi Aziz’in, aracına ateş açılarak öldürülen hekim Abdullah’ın da içinde olduğu yüzlerce sivilin kaybı yanında ödediğim bedelin adı bile anılamaz. Şimdi bütün bu “çakma suçlulaştırma” karanlık öyküsünün vuku bulduğu “olay yerine” dönüyorum. Birlikte ihraç edildiğimiz tüm dostlarımın da bir gün döneceklerini biliyorum.
(FAT/RT)