"Politik film hemfikir olmayan seyirciye gösterilendir." Bu sözler polis hakkında İran'da bugüne kadar çekilebilmiş en cüretli film "Avcı"nın yönetmeni Rafi Pitts'in.
Oysa 27 Ocak 2012 tarihinde gösterime giren Çevik Kuvvet Polis teşkilatıyla ilgili İtalyan yapımı A.C.A.B. filmi ılımlı bir günah çıkarma teşebbüsüne benziyor.
Kendilerine dünyanın bekçileri görevini biçmiş olan ABD'liler ise polis teşkilatlarına her zaman şeffaflık ve cüretle yönlendirdikleri eleştirilerini Rampart'la sanki daha da keskinleştirmiş durumdalar.
İran sineması
Babası İngiliz olan 1967 İran doğumlu Rafi Pitts Humeyni Devrimi'nden sonra yabancı bir ülkeyle ortak bir yapıma imza atan ilk yönetmen olmuştu. Londra'da aldığı sinema eğitimi sonrasında Paris'te çalışmalarını sürdüren Pitts, Fransızlarla 1997'de çektiği Fasl-e Panjom'la ödülleri toplamıştı.
"Bazı kısıtlamalar çerçevesinde bir şeyler söyleyebilmek sansürle muhatap olan bizler için bir sanat haline geldi ne yazık ki" diyen muhalif yönetmen 2000 yılında çektiği Sanam filmiyle sinema çevresindeki başarısını perçinliyordu.
2006 yapımı Zemestan'la devam eden yükselişi dünya festivallerinde hak ettiği şekilde ödüllendirildi. İran'daki sansür kurulunun hava gibi tahmin edilemez olduğunu bilen Pitts, 2011'in Nisan ayında İstanbul Film Festivalinde gösterilen Shekarchi/Avcı filminin senaryosunun nasıl geçer not aldığını heyecanla hatırlıyor.
Seçim öncesi muhaliflerin kazanacağı ve rejimin değişeceği konusunda herkes o kadar ümitli ve emindi ki, polislere ateş edilen bir sahnenin varlığı bile filmin sansür kurulundan geçmesine mani oluşturmadı.
Filmle ilgili her türlü işlem seçim öncesi bitirildiğinden Pitts paçayı kurtarmış oldu, fakat halen "Bize seçme şansı verildikten sonra niye suçlu muamelesi yapıldı, anlamış değilim" demeye devam ediyor.
Yalnız kendisi gibi devrimi ve sistemi sorgulayan Cafar Panahi gibilerinin değil, daha önce sisteme bağlı olarak çalışan sinemacıların da hapiste olduğunun bilinmesini istiyor.
Ali Alavi bir fabrikada bekçilik yapıp boş zamanlarında avcılıkla iştigal eder, evli ve bir kız babasıdır. Mutlu evlilikleri polisle göstericiler arasındaki çatışmada eşi ve kızı öldürülünce sekteye uğrar.
Ali ustalıkla kullandığı tüfeğini bir polis aracına intikam için doğrultur ve kısa bir süre sonra ormanda kaçarken polis katili olduğu anlaşıldığından yakalanır. Memurlardan biri görevini mütemadiyen suistimal eden ahlaksız bir polistir ve Ali'yi yakaladıkları yerde infaz etmek ister. Diğeri askerlik görevine alternatif olarak geçici polislik yapan genç bir memurdur ve Ali'nin ölüm cezasına çarptırılacağını bilmesine rağmen onu mahkemeye teslim etme konusunda ısrarlıdır.
Otoriter düzende hayatta kalmak isteyen insanın psikolojisi birbirine bu kadar zıt iki bakış açısının yakınlaşmasını zamanla mümkün kılar.
İtalyan sineması
A.C.A.B. (All Cops are Bastards) filmi büyük bir reklam kampanyasıyla geçen hafta İtalya sathında gösterime girdi.
Polisiye televizyon dizilerinin cilalı dilini kullanan yönetmen Stefano Sollima Chemical Brothers, Clash ve White Stripes gibi iddialı grupların müziğini ön planda tutmuş.
İtalyan Devlet Radyo ve Televizyon Kurumu RAI prodüksiyonu film hakkında Sollima A.C.A.B.'ın gösterime girmesinden birkaç gün önce, "Polislerin lehine çekilmiş bir film değil, aslen toplumumuzdaki şiddet hakkında" diyerek kendini savunurken, özellikle G8 zirvesinde polis tarafından öldürülen bir göstericinin faturasını çevik kuvvet memurlarına ödetmek isteyen politikacılara yükleniyor sanki.
Polis memurları devletin kendilerine biçtiği rolün kurbanı olmanın ezikliğiyle yaşamalarına rağmen filmde sütten çıkmış ak kaşık olarak da gösterilmiyorlar.
Biri, kızının annesi Brezilyalı eşini dayaktan bezdirmiştir, görev başında da sinir krizleri eksik olmaz. Sırtında devasa haç dövmesi olan bir diğeri mahkeme karşısına ölçüsüz şiddetten dolayı beşinci defa çıkmaktadır, fakat kendini işine o kadar inandırmıştır ki mazereti daima hazırdır: "Hoşuma mı gidiyor sanıyorsunuz?"
Aralarında en yaşlı olanının ise oğluyla başı beladadır. Polisleri, yabancıları ve Romanları baş düşman sayan bir neo-faşist grubunda yer alıp sık sık karıştığı kavgalar yüzünden karakola düşen oğluna mukayyet olmaktan sıkılmıştır.
Geçenlerde faşist bir müzik grubunda yer almasından dolayı geri çağrılan İtalya'nın Osaka Konsolosu Vattani'ninkini andıran bir orkestra eşliğinde eğlenirlerken babası merkezlerine baskın yapar, yuhalanarak kovulur, bir dayak yemediği kalmıştır.
Aşırı sağcılar için polisler bozuk düzeni ılımlı seviyelerde tutan çürümüş otoritenin hizmetkârlarıdır. Bu arada, teşkilattaki adlarıyla Cobra, Negro ve Mazinga aralarına aldıkları toy bir memuru adaletle başı derde girmeyecek şekilde eğitme konusundaki ustalıklarını da sergilerler.
Copla suratını dağıttığı bir futbol seyircisinin aleyhinde açabileceği davaya hazırlık olarak Adriano önce amigonun kendisine saldırdığı iddiasını örnekleyen mesai arkadaşlarının yumruğunu ister istemez suratına yer.
Belediyeyle ortak yürütülen bir mahalle boşaltma operasyonu sırasında ise evden ayrılmak istemeyen bir yaşlıya acemi polisimiz kaba kuvvetle girişince kıdemlilerden biri "o iş öyle olmaz" der ve yaşlının eşyalarını tek tek balkondan atmaya başlar, "önce psikolojisini bozacaksın" diye tecrübe konuşur. Devletlerin mazur gördüğü, toplumun supaplarından holiganlarla aralarındaki düşmanlık ise artık kronikleşmiştir.
13 Mart 2002 tarihinde Galatasaray'lı futbolcuları Roma'lı fanatiklerden koruyamayan "Celerini"ler yine bir derbi vesilesiyle Roma Olimpiyat stadındadırlar. Kendileri gibi olmaya zorladıkları toy memurun vicdanına gördükleri ve yaşadıkları ağır geldiği için mesai arkadaşlarını ihbar edip diğer şubelere göre yüksek maaşlı olan bu şubeden feragat etmiştir, ama sarsılmaz ekip yine görev başında adrenalini yükseltmeye devam edecektir.
G8'de verilen zayiatın bedelini insan hakları savunucularına sus payı bir kurban vererek ödeyeceklerini bile bile. Medya patronu Berlusconi'nin darbesini yemiş İtalyanların sineması eski günlerini ararken yüzeysel kalmaya devam ediyor.
ABD sineması
Filmin senaryosu feleğin çemberinden geçmiş olan James Ellroy tarafından yazılınca Rampart'taki polis portresi çok daha etkileyici olmuş.
1948 Los Angeles doğumlu ünlü cinayet romanı yazarının başka eserleri daha önce sinemaya zaten aktarılmıştı. Geçtiğimiz senelerde ilk filmi The Messenger'la dikkati çeken İsrail doğumlu Oren Moverman aktör Woody Harrelson'la giriştiği ikinci işbirliğinde fazlasıyla başarılı.
Başroldeki karakter polis Dave Brown iki kızkardeşten ayrı ayrı iki kızı olan, hepsiyle aynı evi paylaşırken zamparalığa da bol bol vakit ayıran bir seks düşkünüdür.
Sean Penn'in eski karısı, güzeller güzeli Robin Wright'ı, Brown'un dayanılmaz çekiciliğine kapılanlardan biri, Linda Fentress rolünde görürüz. Fakat Dave'in sicili o kadar kirlidir ki, Sigourney Weaver'in oynadığı üst düzey yöneticisinin işi bırakması telkinleriyle karşı karşıya kalır. Bardağı taşıran son damla bir trafik kazası sonucunda arabasına çarptıktan sonra korkup kaçmakta olan bir şoförü eşek sudan gelene kadar döverken kameralara yakalanmış olmasıdır.
Daha önceki yargısız infaz, şantajla insanlardan para koparma gibi sabıkalarının zaten bilincinde olan Dave, daha da yüksek bir emniyet amiri rolündeki Steve Buscemi'nin karşısında bile gayet rahattır.
Teşkilatın kendisine ayırdığı savunma ve aklama bütçesinin artık karşılanamayacağı söylendiğinde işgüzar memur "beni kovarsanız bütün bildiklerimi medyaya vermekle kalmam, anlatacağım o kadar eğlenceli anekdotum birikti ki televizyonda haftalık bir programım bile olur, bir Vietnam gazisine neler yapmak istediğinizi Amerikan halkı mutlaka bilmek isteyecektir" diye kestirip atar.
Fakat bu arada aile ve seks ilişkileri ters gitmeye başlar, televizyon dizilerinden hatırladığımız yılların oyuncusu Ned Beatty'nin canlandırdığı teşkilatın emekli bir memuru bile artık ona destek olamayacağını söyler.
Paranoyaları had safhaya ulaşmış olsa da Dave vatanı için sadece kötü insanları öldürdüğüne inancını yitirmemiştir, kendi pislikleri ortaya saçılacak diye korkan koca ABD güvenlik birimleri zaten onu yargılamaktan bile acizdir.
İnsan kendini bu kadar rahatlıkla teşhir eden bir sistemin nasıl ayakta kalmaya devam ettiğine şaşırıyor. Yoksa Hollywood sadece bir hayal makinesi olarak mı algılanıyor? Ya da bir arındırma merkezi işlevini mi görüyor? Anlamak gerçekten zor.
Diğer sinemalar
İsrail, Fransa ve Yunanistan ortak yapımı başka bir polis filmi Hashoter ise özellikle tartışmaya açtığı sosyal ve felsefi konularla epey konuşulacak gibi görünüyor.
İsrail anti-terör birimindeki baş kahramanımız Arap düşmanları gizlice ortadan kaldırmakla görevlendirilmiştir, o da memleketine hayrandır, işiyle de gurur duyar.
Fakat filmdeki polislerin maço karakterlerine uygun olarak vücutlarına tapınma seviyesindeki beğenileri, birbirleriyle samimi ve enerjik şekilde selamlaşmaları, silahlarına da cinsel obje muamelesi yapmaları biraz aşırı bulunabilir.
Yahudi bir teröristle karşılaştığında yakışıklının donakalması ise, içine girmesi beklenen hesaplaşmanın göstergesidir. İngilizce adıyla Policeman, Kudüs Festivalinde senaryo ve sinematografi dalında ödül almış.
Cannes Film Festivalinden ödüllü Polisse de Çocukları Koruma Birimi hakkında çekilmiş cesur bir yapım. 13 Cesar adaylığıyla The Artist'i bile geride bırakmış olması Fransız hassasiyetini yakından etkilediğini gösteriyor. Konunun güncelliğini kaçırmamakta fayda var. (MT/HK)