Bazen film izlerken uyurum. Yanlış anlaşılsın istemem, bu uykunun vuku bulması için filmin kötü olmasına gerek yoktur. Çocukluktan kalma bir alışkanlık diyelim adına. Uyuyamadığım zamanlarda ki, annem öğretmen olmasından mütevellit hep erken yatan biri olmuştur, babam televizyon izlememe izin verirdi. O da geceleri okuduğundan oturur olurdu.
Komik Hasan Bahçelievler’de Efendi Sokak’taki evimizin küçük salonu, uykusuz gecelerimde benim sinema salonum olurdu. Sinema dediğime bakmayın, 80’ler TRT’sinden bahsediyorum; necefli maşrapa, bir dizi ve nihai İstiklal marşı. Ama işte, uyumazsam dünyanın sonu geleceği kaygısı taşıyan ben için TV karşısında uyumayı beklemek, adeta cennete açılan kapının tokmağına boyumun erişmesiyle eş değerdi o zamanlarda. Yatağımdan kalkıp da salona geldiğimde babam gülümserdi, ben de kahverengi, bej çizgili, kolçakları tahtadan koltuğa yerleşirdim. Sonra gelsin uyku…
Şu an bunları da kendi evimin koltuğunda uzanmış yazıyorum kadim dostum televizyonun karşısında. Bugün uykuyu beklemiyorum, aksine gelmesin istiyorum. Çünkü kedim Pıtır hasta ve sabaha kadar uyanık olup ilacını çıkarıp çıkarmadığını takip etmeliyim.
Şanslıyım, çünkü beni sabaha kadar uyutmayacak harika bir erkek var hayatta; Pedro Almodovar. Bir şey izlerken yatar pozisyona geçtiğim her an uyuyabilecek olan beni hiç uyutmayan filmlerin sahibi tek ve hep, sevgili İspanyalı Almodovar. Yemeklere adı verilen, onlarca ödül ve jürilerde söz sahibi, bir dolu şahane filmin hem yazarı hem yönetmeni canım Almodovar.
Luis Buñuel'den sonra, dünyanın tanıdığı en sevilesi İspanyalı yönetmen, harika Almodovar. Filmlerinde çok güçlü kadın karakterler, travestiler, transeksüeller, tecavüzcüler, kiralık katiller vardır ama hiçbiri suçluluklarıyla, pişmanlıklarıyla değil, insan oluşlarıyla, zaafları ve umutlarıyla anlatılırlar. Bu sebepten de biz koca beyaz perdede seyr-i aleme dalanlar hep anlarız karakterleri ve severiz ya da sevmeyiz…
1982 yapımı “Labyrinth of Passion” beyefendinin izlediğim ilk filmiydi. 1990’ların ikinci yarısı, ergenlikten sıyrılıp genç kadın olma yolunda küçük ama emin adımlarla ilerlediğim günler… Bir arkadaşımızın Boğaziçi Psikolojiye giden, hepimizin vitrindeki en afili şeymişçesine gıptayla baktığımız ablasının “en sevdiği” filmdi.
Bizim de muhakkak en sevdiğimiz film olacaktı. Nemfomanyak Sexilia, gay İslamcı “terörist” Sadec, Tiran kralının gay oğlu Riza ve kuru temizlemecinin kızı Queti’nin kesişen hayatlarını konu alan film, baştan sona koca bir yenilikti. Sevişen erkekler, seks bağımlısı kadınlar, kadın kıyafetli yaşlı erkekler, kaçışlar, silahlar… O gün, filmin yönetmeninin filmdeki kadın kıyafetli, simsiyah makyajlı adam olduğunu öğrendim. Ve o gün, İspanya sinemasına ve Almodovar’a inanmaya başladım.
Yıllar içinde “Matador”, “Woman on the Verge of a Nervous Breakdown” (Sinir Eşiğinin Eşiğindeki Kadınlar-1988), “High Heels” (Yüksek Topuklar-1991), “The Flower of My Secret” (1995), “All About My Mother” (Annem Hakkında Her Şey – 1999), “Talk to Her” (Konuş Onunla -2002), “Bad Education” (Kötü Eğitim – 2004), “Volver” (Dönüş – 2006), “Broken Embraces” (Kırık Kucaklaşmalar - 2009), “The Skin I Live In” (İçinde Yaşadığım Deri – 2012) ve şimdi adını yazamadığım niceleri izlendi.
En çok “Talk to Her”, “All About My Mother” sevildi, “The Skin I Live In”le eşeğin kulağına okyanus kaçırıldığına inanıldı; “Bad Education”da çok ağlandı çünkü en sevilen yönetmen kendi çocukluğunu anlattı.
Bu gece birazdan, kim bilir kaçıncı kez, “All About My Mother” izleyeceğim. Lorca’dan ekolarla; kadınların, erkeklerin yasa, aşka, sevgiye, arkadaşlığa giriş/ çıkışlarını yaşayacağım. Her kadının içinde bir anne, bir oyuncu, bir azize ve bir günahkar vardır ve her erkeğin içinde de bir kadın vardır dedirtecek film yine bana.
Bu gece hiç uyku olmayacak.
Film bitecek, Pıtır iyileşecek, Jobim çalacak, düş-üp kalkılacak, içime geldiği gibi giden tuz tanem hatırlanacak, televizyon hep açık olacak ve bu gece hiç uyunmayacak…
Günaydın. (GP/HK)