Almanya’nın tarihindeki en büyük neo-Nazi davası olarak nitelendirilen Alman Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü’nün kısa süre önce başlayan davası, “kurumsal ırkçılığı” Almanya’da kamusal bir sorun haline getirdi.
Bazılarına göre kurumsal ırkçılık Almanya’da her zaman bir sorun teşkil ediyordu.
2000 yılından itibaren Alman Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü’nce işlenen seri cinayetlerin ilk kurbanı Enver Şimşek’in kızı Semiya Şimşek, babasının Türk olduğu için öldürüldüğünü ilk zamanlarda düşünmüş.
Kurumsal ırkçılık iddiası bizatihi Nazi cinayetine değil, bu ve benzeri cinayetlere polisin verdiği tepkiye işaret ediyor. İlk kurbanın ailesi polisin katilleri aramaya zaman harcamadığını, aksine kurbanın tehlikeli ve yasadışı faaliyetlere karıştığı ve cinayetlerin faillerinin Alman olmamasının muhtemel olduğu izlenimini verdiklerini iddia ediyordu. Bir başka deyişle, siyasi, adli ve kolluk kurumları hem kurbanların hem faillerin kimlikleri hususunda bariz önyargılara ve ırkçı ve / veya kültürel kodlara dayalı varsayımlara dayanıyor.
Kurumsal ırkçılık, Birleşik Krallık ve ABD gibi ülkelerde geniş anlama sahip bir terim. Bu genel anlam, kurumsal ırkçılığın ne olmadığı anlayışına dayanıyor. Kurumsal ırkçılık ne olursa olsun, salt kişilerarası şiddetin veya fanatik aşırılığın mevcudiyetinden ibaret değil. “Kurumsal” kısım, örneğin toplumsal olarak yararlı olduklarını düşündüklerimiz dâhil, temsilcilerimiz, idari organlarımız ve hukuk sistemlerimiz kanalıyla oluşturulan ırkçılığın toplumsal hayatımızın her dokusunda var olduğunu gösteriyor.
Kurumsal ırkçılığı siyaset odaklı yeni bir terim olarak tanımlamak daha özgül bir faaliyet. Birleşik Krallık’ta Stephen Lawrence adlı genç bir erkek çocuğun öldürülmesi karşısında polisin tepkisindeki birçok hatanın ardından [1] Macpherson raporunun 1999 yılında yayımlanması, kurumsal ırkçılığın ayrıntılı bir tanımının düzenlenmesinde dönüm noktası oldu.
Tanımlama, kurumsal ırkçılığı hem Londra Metropoliten Polisi açısından hem daha genel olarak kısa ve öz bir şekilde tarif etmede faydalı oldu. Tanım şöyle: “Bir kurumun renklerinden, kültürlerinden veya etnik kökenlerinden ötürü insanlara gerekli ve profesyonel hizmet sunmadaki kolektif yetersizliği. Kurumsal ırkçılık; etnik azınlıkların aleyhinde olan kasıtsız önyargı, bilgisizlik, düşüncesizlik ve ırkçı kalıp yargılar yoluyla ayrımcılığa yol açan süreç, tavır ve davranışlarda görülebilir veya tespit edilebilir.”
Bu tanım ve bunu Lawrence’ın ölümünden sonra altı yıl içinde alenen ortaya koyma süreci, Britanya toplumunun ırkçılığı bireylerin ötesinde düşünmesini sağladı. Bu özel formülasyon, kurumsal ırkçılık tartışmasının çıkış noktasını belirsizlikten nispeten somuta doğru değiştiren bir güce sahip oldu.
Bunun, Birleşik Krallık’ta güçlendirici bir etkisi oldu. Almanya’da Eşit Muamele Bürosu’nca yakın zamanda düzenlenen kurumsal ırkçılığa ilişkin bir çalıştayda, kısa bir süre önce tanık olduğum gibi, kurumsal ırkçılık Almanya için tanımı yeniden uyarlama sürecinde olan Alman aktivistler arasında düşünce öncüsü bir kavram haline geldi.
Duruşmaya ilişkin çeşitli raporlarda Britanya örneği aynı zamanda Almanya için olası bir yol gösterici uygulama olarak referans alındığı için, NSU duruşmaları bağlamında da bu belirgin hale geldi.
Kurumsal ırkçılığın çeşitli biçimleri arasında Almanya bağlamında tanık olduğum ve meslektaşlar ve aktivistler ile tartışma fırsatı bulduğum ırksal profilleme ve polis şiddeti, acil dikkat gerektiren iki farklı alan olarak dikkat çekiyor.
Irksal profilleme ve polis şiddetinin, Almanya’da yasal olarak ikamet eden ve sığınma talebinde bulunan Oury Jalloh’un 2005 yılında Dessau’daki bir nezarethanede yanarak ölmesinin ardındaki gerçeğin aydınlatılması için gösteri ve hukuki savunma yapan aktivistlere karşı muamelede önemli rolü olmuştur. Örnek vakayı çevreleyen şartlar, polis kuvvetlerindeki kurumsal ırkçılığa ilişkin belli başlı çok önemli sorunları ortaya çıkarıyor.
En önemlisi, Oury Jalloh’un herhangi bir suçla suçlanmaksızın tutuklanması, dört nokta tespitinin uygulanması ve bir şilteye bağlanması [2] ve buna yerel mahkemelerce meşruluk kazandırılması gerçeği. Ancak polis ve bir nebze de olsa yargı, Jalloh’un ölümüne yol açan şartların tümünü ortaya çıkarmakta aktivistlere yardımcı olmamış, aktivistlere korunması gereken endişeli vatandaşlar olarak değil, kontrol edilmesi gereken tehdit unsurları olarak davranmıştı. Bu tavrı polis memurlarının ve yargıçların niyetinde değilse bile özellikle siyah aktivistlere yönelik davranışlarında görmek mümkün. [3]
Oury Jalloh davasını düzenli olarak takip eden aktivistler ve bu davayla bağlantılı gösteriler, bana aktivist grubun siyah üyelerinin gösteriler ve savunmaya katılımları bağlamında bir dizi olayda çeşitli yöntemlerle özellikle hedef alındıklarını gösterdi.
7 Ocak 2012 tarihinde Dessau’da Jalloh’un yedinci ölüm yıldönümü anısına ve Jalloh’un ölümüne karışmış polislerden birine karşı sürmekte olan davaya yönelik yapılan gösteri esnasında polisin Oury Jalloh İnisiyatifindeki siyah aktivistlerin ikisini darp etmesiyle bu günyüzüne çıktı. Bu aktivistlerin her ikisi hastanede tedavi altına alındı, aktivistlerden biri aldığı darbelerle bilincini kaybetti ve birkaç gün boyunca hastanede kalmak zorunda kaldı.
Bundan önceki bir olayda grubun aynı iki üyesinin adliyeden dönüş yolunda kimlikleri sorulurken, arabadaki beyaz olan diğer iki yolcuya kimlikleri sorulmamıştı. Bunlar, en azından orantısız ve adaletsiz bir şekilde beyaz olmayan insanları etkileyen ırkçı uygulamalar olarak görülebilecek örnekler. Bu uygulamalar, aktivistler arasında en fazla göze çarpan ve savunmasız hissettirilen ırksal azınlık mensubu aktivistlerin üzerinde göz korkutucu bir etki yaratıyor.
Almanya toplumu zaman içerisinde bakışını birçok noktada polise yöneltmiş fakat hiç kimse kurumsal ırkçılığı bu kadar etkili bir biçimde geçen on yıl ve özellikle geçen yılki gibi tanımlayamamıştı. Irkçı polis şiddeti yıllardır devam eden bir tartışma olmakla beraber, NSU ve Oury Jalloh davaları ve diğer davalar kurumsal ırkçılığı polis ve Alman halkı arasındaki ilişkide önemli bir yer işgal eden bir pozisyona yerleştirdi.
Almanya halkının kurumsal ırkçılıkla mücadele etmek için bu gözlemleri somut politik girişimlere uygun bir şekilde nasıl mobilize edebildiği zamanla görülecek. Umarım, Lawrence gibi Şimşek ve Jalloh da, toplumlarının değişimine çok önemli figürler olarak katkıda bulunurlar ve boşu boşuna ölmemiş olurlar. (DÖ/YY)
Dipnotlar:
[1] Buna, saldırının mağdurlarından ve vahşi cinayetin tanıklarından Lawrence’ın arkadaşı Duwayne Brooks’u ırkçı bir biçimde şablonlaştırma ve Brooks’a mağdurdan daha ziyade bir şüpheli gibi davranılması dâhildir. The Stephen Lawrence Inquiry: Report of an Inquiry by Sir William Macpherson of Cluny, 1999, s.14–19.
[2] Oury Jalloh; bir telefon görüşmesi yapmak için şehir parkı temizlik çalışanlarının telefonlarını kullanmak istemiş, bunu defalarca sorarak şehir parkı temizlik çalışanlarını rahatsız etmekten tutuklanmış ve daha sonra tutuklanmaya direndiği aktarılmış. Ancak bu eylemlerin hiçbiri, kesinlikle bir gecelik hapis ve dört nokta tespitiyle sonuçlanması gerekmeyen eylemler.
[3] Bu, Macpherson raporundan kaynaklanan uzun tartışmalardan da anlaşılmaktadır. MPS Siyah Polis Birliği sözcüsü tarafından dikkat çekilen iddiaların yer aldığı raporun 25. sayfasında kurumsal ırkçılık niyetten daha ziyade etkiler olarak tanımlanmaktadır.“Kurumsal ırkçılık teriminin, bir kurumun ya da kuruluşun sistematik olarak veya defaaten insanlara ırklarından ötürü farklı bir biçimde davranma veya davranma eğiliminde olma şekline işaret edecek biçimde anlaşılması gerekmektedir. Dolayısıyla aslında ne yaptığının mahiyetinin bilincinde olmayabilecek hizmet içindeki bireylerden değil, ne yaptıklarının kesin etkisinin bilincinde olan bireylerden bahsediyoruz”.
* Bu makale Institutionalised Racism in Germany: Law Enforcement başlığıyla Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı’nın elektronik bülteninde (European Network Against Racism-ENAR) yayınlandı. Dr. Eddie Bruce-Jones’un 03.04.2014 tarihli izni ile İngilizceden Türkçeye çevrilmiştir.
* Dr. Eddie Bruce-Jones, Londra Üniversitesi Birkbeck Koleji Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyesi.
* Çev. Dr. Didem Özalpat, Çukurova Üniversitesi Hukuk Fakültesi.