Son on yılda işlenen ırkçı motifli cinayetlerin faillerinin belirlenmiş olmasına rağmen bu kişilerin güvenlikle ilgili birimlerle girmiş oldukları ilişkilerin üzerindeki sır perdesi aralanmış değil. Cinayetleri işleyen Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSY) örgütü basında yazıldığı gibi neo-faşist bir çete mi, yoksa devlet içinde de örgütlenmiş yaygın bir terör ağı mı?
Bir haftadır Neonazi örgütlenmeleri ve Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (AKT) bu yapılarla ilişkileri ve bunların içindeki örtülü istihbarat faaliyetleri hakkında nerdeyse her gün yeni haberler ortaya çıkıyor.
Almanya'da 2000'li yıllarda sekiz Türkiyeli ve bir Yunanistanlı küçük işletmeciyi öldüren bir Neonazi "çetenin" açığa çıkartılmasından sonra, bu "üçlü çete"ye yardım eden bir başka şahıs daha gözaltına alındı.
Almanya başsavcısı, gözaltına alınan şahsın seri cinayetlerden sorumlu ve NSY örgütü üyesi olduğu yönünde emarelerin mevcut olduğunu açıkladı. NSY çetesinin AKT muhbiri Thomas Daniel ile bağlantılı olması, Alman güvenlik ve istihbarat birimleri hakkında birçok soru işaretine ve şüpheye neden oluyor.
Şansölye Merkel ve İçişleri Bakanı Friedrich'in, Alman güvenlik ve istihbarat birimleriyle ilgili kanunların ve yasal çerçevenin yeniden gözden geçirilmesinin ve yeni düzenlemelere gidilmesinin gerekli olduğu yönündeki açıklamaları karşı karşıya olunan durumun ciddiyetini gösteriyor.
Devletin sağ gözü kör mü?
Ancak üst düzey yetkililerin yaptıkları açıklamalardan, olayın ciddiyetinin anlaşılmadığını ve toplumsal boyutunun göz ardı edildiğini görüyoruz. Bir başka olasılık ise, yetkililerin olayın ciddiyetini ve boyutunu kamuoyu önünde itiraf etmek istemedikleridir. Bu da olayların basında aktarıldığından daha ciddi ve kaygı verici olduğu ve muhtemelen büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir.
İçişleri Bakanı Friedrich'e göre "somut ipucu bulunmamasına rağmen reel bir tehlike mevcut". Bakan Friedrich devlet organlarının sağ gözünün kör olduğu ve dolayısıyla aşırı sağcı örgütlerin zararlı faaliyetlerini görmekte zorlandıkları yönündeki suçlamaları ise reddederek, "Biz aşırı sağcı örgütleri çok dikkatli bir biçimde gözetlemekteyiz", biçiminde bir açıklama yaptı.
İçişleri Bakanı'nın açıklaması, "NSY örgütünün dokuz göçmeni ve bir polisi öldürüp birçok banka soygunu gerçekleştirmesine ve AKT tarafından da gözetleniyor olmasına rağmen nasıl oluyor da ancak yıllar sonra tesadüf eseri yakalanıyor", haklı sorusunu cevapsız bırakıyor.
Zihinlerde soru işaretine ve kuşkuya yol açan bir başka nokta ise, bu cinayetlerin soruşturmasının ağır aksak ve kaotik bir seyir izlemiş, bu süreçte Neonazilerce öldürülenlerin ailelerinin polisten her seferinde farklı ve birbiriyle çelişen teoriler dinlemek zorunda kalmış, hatta zaman-zaman da polisin kuşkularına muhatap olmuş olmasıdır.
Hatta bazı ailelere herhangi bir örgütle ilişkilerinin olup olmadığı, haraç verip vermedikleri dahi sorulmuş. En vahimi ise, cinayetlerin ardında siyasi bir motifin bulunmadığı yönünde görüş bildirilmiş, basında bu cinayetlerin çeteler arası ya da mafya içi bir hesaplaşmanın sonucu olduğunun ima edilmiş ve böylece geride kalanların daha fazla acı çekmelerine sebebiyet verilmiş olmasıdır. Bu durumu toplumdaki örtülü ırkçılığın ve göçmenlere ve Türkiyelilere duyulan kuşkunun dışavurumu olarak değerlendirebiliriz.
Neonazi örgütlenme hafife alındı
İçişleri Bakanı konuşmasının devamında, "İtiraf etmeliyim ki daha birkaç gün önceye kadar bu ülkede cinayetler işleyerek dolaşan terörist bir örgütün varlığı tasavvur dahi edilemezdi", demesini anlamak güç.
Bu tür ırkçı şiddet olayları ve cinayetleri Almanya'da ilk defa gerçekleşmiyor; 80'li ve 90'lı yıllarda da ölümle sonuçlanan birçok ırkçı motifli saldırı gerçekleşmiş, Türkiyelerin evleri ve mülteci kampları kundaklanmıştı. Ayrıca Almanya'nın doğusundaki eyaletlerde "ulusal kurtarılmış bölgeler" mevcut.
Yetkililerin açıklamalarını bir mahcubiyet ifadesi olarak da okuyabiliriz. Alman istihbarat birimleri, AKT ve iktidardaki siyasiler yıllarca koro halinde tehlikenin "aşırı soldan" ve "İslami örgütlerden" geldiğini tekrar ettiler.
Yetkili devlet organları neredeyse tüm dikkat ve mesailerini "aşırı solcu" ve "İslamcı örgütlere" odaklamakla kalmadılar, aynı zamanda aşırı sağcı örgütlenmeleri tehlikesiz gösterdiler. Tabii sol grupların hiçbir şekilde şiddet eylemlerine karışmadığını söyleyemeyiz. Bazı semtlerde şahıs arabalarının kundaklanması hiç de hoş değil ve insan yaşamı için tehlikesiz olduğu da söylenemez. Dolayısıyla eleştiri dışında tutulası söz konusu olamaz. Ancak bu tür eylemler suçsuz insanların hayatına kasteden ırkçı şiddet ile bir tutulamaz.
Eleştiri konusu olan, 1980'den bu yana insan kaybına yol açmış terör eylemlerinin nerdeyse hepsinin aşırı sağ çevrelerden gelmiş olmasına rağmen, aşırı sağ ve Neonazi örgütlenmelerin hafife alınmış olmalarıdır.
Tüm bunları bilgi eksikliği ile açıklayamayız, çünkü aşırı sağcı çevrelerde yüzlerce muhbir ve ajanın faaliyet yürüttüğü yetkililerce de ifade ediliyor. Tüm bunlardan devlet organlarının aşırı sağ yapılanmaları görmezden geldiği sonucu çıkıyor.
Sosyal Darwinizm
Eleştirisinin yapılması gereken bir başka nokta ise aşırı sağ düşünce ve eğilimlerin, geçen yıllarda olduğu gibi, bu olaylar bağlamında da toplumun çevresine, uç gruplara ya da alt tabakalara özgü bir olguymuş gibi algılanmaya ve değerlendirilmeye devam edilmesidir. Gözlemlerimiz ve bilimsel bulgular aşırı sağ düşüncenin toplumun merkezinde, yani iyi eğitimli, iyi gelirli hatta varlıklı orta sınıflarda ciddi oranda yandaş bulmuş olduğunu gösteriyor.
Örneğin yeni muhafazakâr, seçkinci "felsefeci" Peter Sloterdijk orta sınıflarda geniş kabul görüyor. Sloterdijk toplumu, toplumsal yükümlülüklerini yerine getiren, dar gelirli ve yoksullara kaynak aktaran "başarılılar" ve yaşamlarını transfer ödemeleri sayesinde sürdüren "yardım alanlar" şeklinde ikiye ayırıyor, sosyal devletin meşruiyetini sorguluyor, sosyal yardımların devlet tarafından değil özel kişilerce gönüllülük temelinde verilmesi gerektiğini savunuyor.
Bu kesimlerin sözlerine önem verdiği bir başkası ise, işsizleri, devlet yardımı alanları ve göçmenleri "uyumsuz" ve "tembel bir kitle" olarak yaftalayan, sosyal Darwinist fikirler ileri süren, Müslümanların kültürel-kalıtımsal nedenlerden dolayı Alman toplumuna uyum sağlayamadığını ve sağlayamayacağını iddia eden iktisatçı eski Berlin Eyaleti Maliye Bakanı Thilo Sarrazin.
Bu ve benzeri fikirleri içeren Almanya Kendini Yok Ediyor (2010) başlıklı kitabının kısa sürede bir milyondan fazla satış yaptığını, kitabı alanların büyük çoğunluğunun orta kesimlere mensup iyi eğitim almış kişiler olduğunu hatırlamakta fayda var.
Hülâsa bunlar uç grupların teveccüh ettiği uç fikirler değil, orta halli, iyi gelirli ve eğitimli kesimlerde yandaş bulan düşünceler. Orta sınıfların bu tür muhafazakâr ve reaksiyoner düşüncelere prim vermelerinin ardında farklı nedenler yatıyor.
Birincisi, son on yılda gerçekleştirilen neoliberal yeniden yapılanma, orta sınıflarda da gelirlerin düşmesine, var olan sosyal güvencelerin zayıflamasına neden olmuş, korkulara yol açmış olması. Dolayısıyla bu gelişmeler orta kesimlerin alt kesimlere karşı koruma ve rekabet içgüdülerini tetikledi.
İkincisi, ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin birinci kuşaktan farklı taleplerle ortaya çıkmaları, sosyal statülerini geliştirmek istemeleri hatta azımsanamayacak bir ilerleme kaydettikleri de göz önünde bulundurulmalı. Orta sınıf mensubu birçok Alman için göçmenler artık gerek iş dünyasında gerekse eğitim alanında rakip durumuna geldi. Bu da orta sınıflarda göçmenlere karşı bir dışlama ihtiyacını geliştiriyor ve bundan dolayı da buna meşruiyet sağlayacak düşüncelere ve ideolojilere gerek duyuluyor. Ancak bu alt tabakalara karşı geliştirilen içe kapanma söylemsel düzlemde sosyal devletin eleştirisi, yoksulların ve işsizlerin suçlu ilan edilmeleri ve rekabetin savunusu olarak ifade edilirken, göçmenlere karşı geliştirilen içe kapanma ise üstü örtülü bir yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı olarak tezahür ediyor.
İslam karşıtlığı ise din ve "baskıcı geleneklerin" ve "ataerkil aile yapılarının" eleştirisi kisvesi altında ortaya çıkıyor. Örnek olarak yazar Ralf Giordano ve Türkiye kökenli yazar Necla Kelek gösterilebilir. Özellikle Necla Kelek Türkiyeliler ve Müslümanlarla ilgi tezleriyle toplumda bu kesimlere karşı var olan hınç ve öfkelerin yeniden üretimine katkıda bulunuyor. Necla Kelek ve fikirleri Almanya'da orta sınıflarda büyük itibar görüyor.
Bu gelişmeler ışığında günümüzdeki ırkçı yaklaşımların ve örgütlenmelerin toplumda kabul görme potansiyelinin örneğin 20 yıl öncesine göre biraz daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. 1990'lı yılların başında ırkçı saldırılara karşı belkemiğini orta sınıfların oluşturduğu (buna sendikalar ve sivil toplum örgütleri de dâhil idi) ciddi bir toplumsal muhalefet örgütlenmiş, protesto gösterileri düzenlenmişti. Ancak o dönem de siyasi bir kurum olarak ve bir yönetim biçimi olarak demokrasi meşruiyet krizi içinde değildi. Hem yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden (orta sınıfların içe kapanması vs.) hem de Avrupa Birliği'nin ciddi ekonomik ve yapısal sorunlarla karşı karşıya olmasından dolayı, ırkçılığa ve aşırı sağa karşı yeniden bir toplumsal muhalefet örgütlemenin bugün daha zor olduğunu söyleyebiliriz.
60 yıl önce iktisat tarihçisi Karl Polanyi "Büyük Dönüşüm" adlı kitabında 19. yüzyıldaki hem ekonomik liberalleşmeyi, ekonominin toplumsal denetimden çıkmasını, toplumun piyasa kurallarına göre şekillendirilmeye çalışılmasını hem de buna karşı gelişen hareketi betimlemişti. Bu çözümlemeden şu sonucu çıkarmıştı Polanyi: Her iktisadi liberalleşme (ekonomik ilişkilerin kontrolden çıkması vs.) nihayetinde ekonominin yeninden denetim altına alınmasını beraberinde getirir. Bu denetim altına alma demokratik bir düzen içinde de gerçekleşebilir, otoriter faşizan biçimde de (Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi). Günümüzde tekrar ekonominin ve özellikle de mali sermayenin denetim altına alınması fikri dillendiriliyor.
Bu demokratik biçimde mi olacak, yoksa otoriter bir içe kapanma şeklinde mi, ileride göreceğiz. Ancak içinde yaşadığımız dönemin demokratik fikirler ve güçlerden ziyade otoriter fikir ve yaklaşımlar için daha elverişli olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Bunları ve Avrupa'nın birçok ülkesinde gelişen göçmen ve çok-kültürlülük karşıtlığını, demokrasiye karşı olan güvensizliği bir arada düşündüğümüzde, Almanya'daki gelişmelerin kaygı verici olduğunu ve hafife alınmaması gerektiğini söyleyebiliriz. (YA/HK)