Bazı anlar vardır, gerçek tüm çıplaklığıyla karşımızda durmasına rağmen ne görmek, ne duymak, ne de inanmak istemeyiz. Yalan olsun, birileri bize başka bir şey söylesin isteriz. Bundan birkaç yıl önce sağlıklı ve huzurlu bir ömür sürmüş, yaşını başını almış bir akrabamız geçirdiği kalp krizi sonucu kaldırıldığı hastanede (bugün pek kimsenin eline geçemeyen ölüm şekli olan eceliyle) hayatını kaybetmişti. Ölüm haberini alan yakınlarından Mahmut ve Metin defin işlemlerini yapmak üzere aile mezarlığına giderek mezar kazmaya başlamışlardı. O esnada acı haberi alan ancak inanmak istemeyen uzak akraba Hikmet Abla ve eşi mezarlığa gelerek, “Mahmut, kardaşım, bir şey duyduk, Allah vere de yalan ola” dediklerinde; Mahmut ve Metin olayın şaşkınlığı ve vahametiyle birbirlerine bakmış, ellerindeki kazma-küreği bir kenara atıp, dayanamayarak, taziye dönemlerinde sıkça yaşanan “sarı kahkahayı” patlatıvermişlerdi. Eğer boş zamanlarında hobi olsun diye mezar kazmıyorlarsa, olayın yalan olmasına dair görünürde hiçbir emare yoktu çünkü. Ancak yine de inanmak istemez ya insan, yalandan medet ummuştu Hikmet Abla. Haksız sayılmazdı belki. IŞİD gibi bir bela hayatımıza girmezden önce uygulayacakları vahşet bize anlatılmış olsaydı biz de asla inanamaz, yalan olsun isterdik.
7 Haziran seçimlerinden itibaren müzakere masası devrilip, ülkedeki barış ortamının sona erdiğini ve bambaşka bir iklime doğru gittiğimizi görünce inanmak istemedik…
Suruç’ta, Rojava’daki çocuklara oyuncak götürmekten başka amacı olmayan 33 kişinin canlı bomba eylemiyle hayatını kaybettiğinde yalan olsun istedik…
Ankara’daki barış mitingindeki patlamada 103 kişinin yaşamını yitirmesiyle keza aynı şeyi düşündük. Diyarbakır mitingindeki patlamada Lisa Çalan’ın kopan bacaklarını gördüğümüzde de yalan olsun istemiştik…
Varto’da vurdukları kadının çıplak cesediyle poz veren ahlaksızlığa inanmak istemedik.
Hacı Lokman Birlik’in cansız bedeni askeri aracın arkasına bağlanarak sürüklendiğinde yalan olsun istedik…
Kentlerde ve ilçelerde günlerce sürecek sokağa çıkma yasakları olduğunda, onlarca kişinin bodrumlarda aç-susuz ölüm kalım savaşı verdiğini bildiğimiz halde inanmak istemedik…
Silopi’de öldürülen 11 çocuklu Taybet İnan’ın cenazesi çocuklarının gözleri önünde 7 gün sokak ortasında beklediğinde yalan olsun istedik…
Sur’da kahvaltı yaparken evine isabet eden top mermisiyle hayatını kaybeden Melek Alpaydın öldüğünde yalan olsun istedik…
Çocuklarının cenazesini dondurucuda bekleten anaların acısını yüreğimizin en derinliklerinde hissetmemize rağmen yalan olsun istedik…
Silopi’de toprağa kavuşmaları engellenerek bekletilen cenazeleri gördüğümüzde inanmak istemedik…
Sur’da, sokak ortasında bekletilen dört gencin cenazelerini alabilmek için ailelerinin açlık grevinde olduğunu bildiğimiz halde inanmak istemedik.
Baskıya ve zulme karşı sesini yükselten, barış isteyen akademisyenlere soruşturma açıldığında yalan olsun istedik...
“Çocuklar ölmesin” diyen Ayşe öğretmen linç edildiğinde inanmak istemedik… Cizre’de öğretmenler ilçeyi terk ettiğinde yine aynı şekilde…
Kentlerimize tankla topla girilip savaş alanına çevrildiğinde; evlerimiz, mabetlerimiz, tarihi eserlerimiz yok edildiğinde yalan olsun istedik…
Ülkenin doğu ve batısı arasındaki duygusal bağ kopuyor dediklerinde yalan olsun istedik…
“Bu daha iyi günlerimiz” denildiğinde inanmak istemedik…
Şimdilerdeyse insanlar barışın geleceğine yönelik umutlarını kaybettiklerini söylüyor. Ne diyelim, Hikmet Abla’nın deyimiyle, “Allah vere de yalan ola.” Mezarlarımız çoktan kazılmış olsa bile, varsın biz bir yalandan medet umalım…
Yaşadıklarımız ne yalan ne de bir kâbus. Canımızın yanmasından anlıyoruz bunu. Ama artık yeter, birileri bize başka bir şey söylesin, inanacağımız gerçek bir şey. Duymaktan, görmekten, tanık olmaktan yorgun düştüğümüz savaşın biteceğini, adil ve onurlu bir barışın yakın olduğunu söylesin birileri… (BD/HK)