Türban yasası tartışmaları kapsamında yeniden kışkırtılan laik/anti-laik kutuplaşması Türkiye’nin gündemine yine girdi. “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganını düstur edinmiş yığınlar alanları doldurdu; Atatürk ilkelerinin bekçi rektörleri yasaya rest sinyallerini verdiler.
Türbanın yasallaşması yanlısı kitleler de meseleyi özgürlüğün ve demokrasinin bir gereği olduğu ekseninde problematize ederek kendi etkinliklerini düzenlediler. Söz konusu yasa taslağının savunucularını laiklik karşıtı olarak görenlerle, kendilerini laiklik karşıtı olarak etiketlendirenleri demokrasi karşıtı olarak görenler arasındaki sosyolojik çelişkiye bakıldığındaysa, birbirine göbek bağıyla bağlı bu iki farklı toplumsal kesimin, bir açmazı ortak paydalaştırdıkları görülecektir.
14 Ekim 2007 tarihli Radikal gazetesinin manşetteki haberi, Başbakan Erdoğan’ın laiklik yanlısı mesajlarını okuyucularına iletmişti. Erdoğan o tarihte, her inanç grubuna eşit mesafede olan, Budiste de, ateiste de hizmet veren bir yönetim biçimi olarak laikliği savunduklarını kaydedip, isabetli biçimde laikliğin bir din değil, bir yönetim biçimi olduğunun altını çizmişti.
Laiklik, Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi kişilere ait bir nitelik olmayıp, demokratik devletlere özgü yönetim anlayışıdır. Laik devletler, yurttaşlarının dini inançlarına karışmaz, tüm inançlara eşit mesafede durur ve bir inancın bir başka inanç üzerinde baskı kurmasını engeller. Laik yönetimlerde dinler, yurttaşların özel alanına ilişkin olarak kabul edildiği için tüm laik devletler dinsizdir; yani kamusal alanda hiçbir dinin politik bir sonucu, anlamı ve işlevi olmaz ve hiçbir din, devlet tarafından tanınmaz.
Bir yönetim biçimi olarak laikliğin Türkiye’deki uygulanış ve algılanış biçimine baktığımızdaysa, Başbakan’ın söyledikleriyle mevcut durum arasındaki mesafeden antidemokratik yapılanışın izleri sürülebilir.
Laik devletlerde Diyanet İşleri olmaz
Laik devletlerde devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurum bulunamaz. Böyle bir kurum İslam dışı din ve mezheplere bağlı veya hiçbir dine aidiyeti olmayan ateist yurttaşlara yönelik tarafsız olunmadığının göstergesidir.
Laik olduğu anayasaca da ifade edilen bir devlet, Müslümanlara “dini hizmet” vermek için Müslüman olmayanlardan veya bir dini inancı olmayanlardan vergi toplamaktadır. Oysa gerçekten laik bir devlet tüm dinleri, yurttaşlarının özel alanı kapsamında değerlendirip hiçbir dine kamusal bir ayrıcalık tanımaz.
İmam Hatipler ve Kuran kursları
Din ve mezheplerin özerkliğine müdahale etmemek anlamında laik yönetim anlayışına sahip bir ülkede İmam Hatip Okulları olmaz, binlerce imam devlet tarafından maaşa bağlanmaz, Kuran kursları kurulmaz, zorunlu din eğitimi olmaz. Din eğitimi ve öğretimi, ibadet yerlerinin yapımı, bakımı, onarımı, dinsel eğitim fonları ve kadrolarının sağlanması söz konusu inanca mensup kişilerin özerk işidir, devletin değil.
Gerçekten laik hiçbir devlet, yurttaşlarının dinini nüfus cüzdanı gibi resmi bir belgeye kaydetmez; yurttaşlarının dini inancını soramaz. Soruyorsa o devlet ya laik değildir ya da sorması keyfi ve gayrımeşrudur.
Kentsel yönetimlerde laiklik
İstanbul, Ankara ve Bursa Büyükşehir Belediyeleri de dahil olmak üzere Türkiye’deki belediyelerin çoğu AKP’li. Önemli bir kısmı kendilerine seçtikleri kent sembollerinde Müslümanların ibadet yeri cami figürünü kullanırlar. Oysa gerçekten demokratik ve laik hiçbir kentsel yönetim, bir topluluk tarafından kutsal ve mutlak sayılan; ancak başka topluluklarla hiçbir bağı olmayan bir dini sembolü koca bir kentin bayrağı haline dönüştürmez. Dönüştürebiliyorsa o kentsel yönetim, çoğulcu, demokratik ve laik kentsel yönetim anlayışından fazlasıyla uzaktır.
Bu coğrafyada yaşayıp kendilerini yabancı turist gibi hissetmek zorunda bırakılan on binlerce ateist, Hıristiyan, Musevi veya Budist, üzerinde cami figürünün yer aldığı kent sembolünü her gün otobüs biletlerinde, köprülerde, köprü altlarında, vapurlarda, simitçi vitrinlerinde görmek zorunda kalıyorken ve bu durumun müsebbibi yüzde 100’ün iktidarı olduklarını iddia eden Başbakan Erdoğan’ın başkanlığını yürüttüğü partinin belediyeleriyken, hâlâ nasıl ve ne tür bir laiklikten söz edilebilir?
Adı konulacaksa böylesine Alla Turca bir laiklik demek gerek. Böyle bir laik yönetim anlayışı nasıl tüm toplumu kucaklayabilir? Bu tarz laik bir yönetim altında yaşayan yurttaşlar, demokrasiye has “farklılıklarıyla bir arada yaşayabilme kültürünü” nasıl içselleştirebilir?
Tekrarlanmaktan anlamını yitirmiş bir şarkı sözü kıvamına dönüşmüş “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganıyla hareket eden Kemalistlerin kaçı bunları problematize etmektedir? Türbanı bir insan hakkı olarak görüp özgürlük ve demokrasiyi dilinden düşürmeyen ılımlı ya da ılımsız İslamcılığın bunları sorun ettiği görülmüş müdür? Demokratlığı, özgürlükçülüğü ve hatta laikliği yalnız kendine hak görenler, bu coğrafyanın demokrasisini daha ne kadar verimsiz ve yavan tartışmalarla boğacak?
"Türk Kamusallığı"nda laiklik
Tabular üzerine inşa edildiği için 80 yıldır tamamlanamamış modernist bir proje olarak "Türk kamusallığının" sadece kendi için demokratik ve laik Alla Turca yönetim anlayışını temellendirdiği söylenilebilir.
Bu proje kapsamında anayasanın 66. maddesinde toplumun tüm yurttaşlarına biçilen Türk kimliğinin komplikasyonları olarak bu ülkede nasıl ki kendini Türk olarak değil de; Kürt, Ermeni, Çerkes ya da Rum olarak tanımlayan yurttaşlar, kendilerini ülkenin doğal sahibi sayan güçlerce “Ne Mutlu Türk’üm” demedikleri için düşman olarak ilan ediliyor ve sorun olarak görülüyorsa, aynı proje kapsamında laiklik diye yutturulmaya çalışılan Türk işi ultramodern sekülarizmi aşan gerçek demokratik bir laiklik de sorun olarak görülmektedir.
Zira bir asır önce Anadolu’nun çoğul Müslüman halklarından tikel Türk ulus-devletini inşa etmek isteyenler, 1928’e kadar anayasada devletin dinini İslam olarak tanımlamış ve laiklik kavramını ancak 1937’de anayasaya sokmuşlardır.
Alla Turca laikliğin işlevleri
Ancak Alla Turca laikliğin 2 işlevi vardır:
a-) Dinin devlet kontrolüne alınması: Devlet laikliği ile din, devletin kontrolüne ve düzenleme sahasına girmiş; devletin dine müdahalesi, Türk işi laiklik ile meşrulaştırılmıştır. Bu kapsamda Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini eden tüm yasama organları devlet bütçesinden her yıl Sünni Müslümanların din işlerine milyarlarca lira para akıtmıştır. Siyasal olarak ise tarikatların faşistlerle birlikte devlet içerisinde kadrolaşması olumlanmış, beslenen dinci gericilik Maraş ve Sivas’ta olduğu gibi devlet tarafından ihtiyaç duyulduğunda kullanılmıştır.
b-) Toplumun sekülerleştirilmesi: Devlet, kapitalist rasyonalizmin bir gereği olarak aldığı laikliği, yine ona uygun olarak toplumsal sekülerleştirme-dünyevileştirme ekseninde kullanmıştır. AKP’nin geniş tabanı, sosyolojik olarak Müslümanken; neoliberal süreçle kendine özgü otantik sekülerleşmesini tamamlayıp Türk ve orta sınıfa dönüşmüş kitlelerden oluşur, ki burada yine sosyolojik olarak, dinsel cemaat olmaktan sosyal sınıf olma eğilimine doğru bir evrilme söz konusudur.
AKP'nin retoriği
Bu nedenledir ki tüm çelişkilerine rağmen AKP’nin üstünde durduğu sosyal sınıfsal zemin, özel olarak insan hakları, sivilleşme, laiklik ve demokrasiyi içeren siyasal liberalizmle, genel olarak küresel kapitalizme entegrasyon bağlamında neoliberalizmle ulus kurucu aktörlere göre daha sağlıklı ve yapıcı ilişki kurmayı gerektirmiştir.
Neoliberalizmin Türkiye’deki öncü partisi olarak AKP’nin başta Başbakan olmak üzere yönetici kadrolarının reel siyasal pratiklerine rağmen kullandığı siyasal retorikten insan hak/özgürlüklerinin, demokrasinin ve sivilleşmenin eksilmemesi bu nedenledir.
Türkiye hiç laik olmadı
Son olarak yine ifade edelim ki, Türkiye hiçbir zaman laik olmamıştır; laik olduğu yazılmış, söylenmiş, birileri de buna inanmıştır. Gerçek laikliğin yerleşikleşebilmesi için Türk kamusallığının sorgulanılabilir ve dönüştürülebilir olması gerekir. Devletin ilk öğretim okullarında verilen din derslerinde namaz kılması öğretilen ve derslerine başlamadan evvel her sabah varlığını Türk varlığına adayan çocuklar yetiştiren bir ülke ne laik olabilir ne de demokratik!
Kendini memleketin bekçisi kabul ettirip, neden ve nasıl bekçi olduğu sorulmaz, tartışılmaz, eleştirilmez militer bir kurumun, Türkiye’nin yönetimi hakkında siyasal bir kurumdan daha çok söz söylediği bir ülkenin laikleşebilmesi, demokratikleşmesine bağlıdır ve tüm bunları total olarak problematize etmeyen hiçbir siyasal anlayışın, demokrasi, laiklik, özgürlük gibi değerlerle ilişkisi yapıcı olamaz.
Demokratikleşebilmek ise önce yaratılmak istenen Türk ulusunun tanımından etnisitenin, dinin ve dilin çıkarılmasını sağlayacak inisiyatif sahibi sivil-siyasal öznelerin, siyaset dışı aktörleri siyasetten değillemesiyle ve devletin yurttaşın dininden, mezhebinden, kimliğinden, kıyafetinden elini çekmesiyle mümkün gözüküyor.
İşte o zaman, hiçbir zaman laik ve demokratik olamamış Türkiye, laik ve demokratik olabilecektir. (BD/TK)