İnsanın en büyük düşmanlarından biridir alışma. Sinsice insanın kanına girer, uyuşturur ve reflekslerini öldürür.
Görece özgür ve demokratik koşullarda yaşayan insanlar monarşik, teokratik ya da totaliter rejimlerim baskıcı uygulamaları altında yaşayan insanlara bakınca biraz da şaşırırlar.
Nasıl oluyordu da o koşullara katlanabiliyorlardı?
Kendileri olsa asla katlanamazlardı.
Oysa, bahsi geçen rejimlerin yönetimi altında yaşayan çoğu insana sorulduğunda, yaşamları gayet normaldi.
Nasıl ki canlı organizmalar farklı koşullara kendilerini uyarlayabiliyor ve bağışıklık kazanabiliyorlarsa, insanlar da sosyal ve siyasal anlamdaki her koşulun zorluklarına karşı bağışıklık kazanabilir ve onlara uyum gösterebilir.
Belki başlangıçta bir kaos, zorlanma, debelenme ve hatta isyanlar yaşanır ama zamanla o koşullara alışılabilinir.
Bu sebepten bir yerde devrimci durumun yaşanıyor olması, o yerde en azından kısa ya da orta vadede bir değişim ya da devrim olacağı anlamına gelmez.
Çünkü alışıldığı takdirde baskı ve sömürü bile doğal bir hal alır ve bu uygulamaları değiştirmeye ya da kaldırmaya kalkışmak doğal dışı görülür.
Köleliğe alışmış birey ya da toplumlar için özgürlük ağır bir yüktür. Nitekim köleliğin kaldırılması için mücadele edenlere karşı ilk tepki kölelerden gelmiştir hep.
Musa peygamber, kavmini Firavunun esaretinden kurtarmak için Kızıldeniz’i aşıp Sina yarımadasına ulaşınca, kavminin eski alışkanlıklarını devam ettiğini görür.
Kavmi esarete alışmış, onu kültürleştirmişti. Musa peygamber bu kavimle Filistin’e geçip oradaki savaşçı kabilelerle mücadele edemezdi. Bu sebepten başka bir yol denedi.
Esarete ve köleliğe alışmış kavmini kırk yıl boyunca Sina Çölü’nde dolaştırdı, ta ki o nesil ölene ve yeni bir nesil doğup büyüyene kadar. Nitekim kırk yıl sonra Yahudiler yeni bir nesil ile Filistin’e geçerler ve yerli kabilelerle çatışa çatışa orayı kendilerine yurt edinirler.
(AB/APK/EMK)