7 Haziran seçimi oldu, bitti derken...
Birden bire insanlar neye uğradığını şaşırdı, aniden savaş yeniden hortladı, insanlar öldürülmeye şehirler bombalanmaya başladı. Sıvanmış boyanmış yalanlara bile gerek duyulmadan insanların canına kast edilmeye başlandı. Hala hiçbirimiz ne olduğunu anlayamadık. 7 Haziran seçimlerinin üzerinden sadece iki ay geçti. Seçim sürecinin heyacanını yaşamaya bile fırsat bulmadan yeniden içimize kapandık.
Savaşın haritası çizildi. Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır mitinginin bombalanmasıyla gerçek bir start aldı. Buna rağmen umut etmeye devam ettik hep birlikte ve ardından Suruç katliamıyla herkesin beyni felç geçirdi adeta.
Ve başladı savaş.
Son iki aylık süreçte öfke krizine, ağlama krizine girmiş insanlar gördüm. Şaşkın, ne olduğunu hiç bir şekilde anlamlandıramayan, sevinçlerinden acılarından utanan içine kapanan insanlar gördüm. Bunlar büyükşehirlerde olan bitenlerdi. Sosyal medya üzerinden, öfkeyle bedduayla küfürle o çaresizliği paylaşmaya çalışan insanların yazdıklarını okudum.
Daha öfke bunca sıcakken şehirler bombalanmaya başladı, sokağa çıkma yasakları ilan edildi ve başladı katliam.
Seçimin heyecanı kursaklarda kaldı ve tam da en zayıf nokta burasıydı. Şimdi o heyecan “yas”a dönüşmeye başladı. Bu da başka bir zayıf nokta çünkü yas insanları hareketsiz kılıyor. Bunu biliyoruz.
Yıllar önce, Ankara’da yaşayan bir arkadaşım, “Burada kimse politika üretmiyor, politika konuşulmuyor” diye yakınmıştı.
O zaman düşünmüştüm, Hakkari’de durum nasıldı diye? Orada konuşulmaması mümkün değildi çünkü savaşın ortasında politik olmamak mümkün değildi. Politik olmayı eyleme katılmak, isyan etmek, cezaevinde olmak, yakınını kaybetmek vs gibi şeylerle ölçmeye gerek yoktu. Sabah uyandığında kepenkler kapalı olduğu için ekmek kuyruğuna girip sıra beklemek, ölçüsüzce ekmek alarak eve geri dönmek, dönerken panzer görmek bile yeterliydi bir insanın politik olması için. Tek kelime etmek, başka hiçbir şey yapmak gerekmiyordu. Bu deneyimin kendisi bile başlı başına politik olmanın kendisiydi. Velhasıl “savaş eşittir gündelik hayat”tı. Oysa büyükşehirlerde savaş gündelik hayatın kendisi değildi. Şu anda da değil. Dolayısıyla elbette ki yaşanan deneyimle izlenilen deneyim arasında fark olacaktı.
Bundan hareketle bakarsak; seçim süreciyle birlikte artık büyükşehirlerde de durum başka yaşanıyor. Çünkü izlenilen deneyimle yaşanılan deneyim “barış”ın telaffuz edilmesiyle birbirine çok yakınlaştı. Çünkü barış kelimesinin geçtiği herhangi bir cümle bile sevinçlerimizi çoğalttı, umutlarımızı artırdı.
Şimdi herkes birbirine sorular soruyor?
90’lı yıllar geri mi geldi? Barış ihtimali yok mu oldu? İnsanların katledilmesine izin mi vereceğiz?
Artık büyükşehirlerde de başladı travmalar. Utanca boğuldu insanlar. Utancın travmasını yaşıyor herkes.
“Düğün yapmayacağım, sade nikah kafi, bu kadar insan ölürken olmaz.”
“Tatile gideceğim ama utanç duyuyorum”
“Yurtdışına gidiyorum ama burayı bırakmaktan utanıyorum.”
“Annem öldü seksen yaşında. Ona bile üzülemiyorum şu gencecik insanlar katledilirken.”
“Boşanıyorum ama buna bile ağlayamadım. İnsanlar katlediliyor.”
“Bir kutlama yapacaktık ama asla yapamayız, bu durumda olmaz.”
Ve benzeri bir çok cümle, tek bir hikayeyi işaret ediyor. İnsanlar katlediliyor. Hem de şimdi, şu an!
Uzun yıllardır İngiltere’de yaşayan bir arkadaşım aradı geçen gün.
Nasılsın diye sordu?
Bir telefon konuşmasında sorulan nasılsın sorusuna “iyiyim” cevabı vermenin alışkanlığıyla “iyiyim” dedim.
“Ben iyi değilim, orada olup bitenleri öğrendikçe uyku zehir oldu” dedi. “Barış barış dediler, oysaki bu barış bir halkın özgürlüğü pahasına olamaz. Onlar bizim özgürlüğümüzü elimizden almak istiyorlar” diye devam etti konuşmasına. Ben alışkanlıkla gelen “iyiyim” cevabından utandım.
İnanılmaz bir utanç ve travma halindeyiz.
Seçim bitti, katliamlar başladı ve biz aniden sakatlandık.
Varto’da, Cizre’de, Silvan’da, Şemdinli’de insanlar ölüyor, biz sakatlanıyoruz.
Gelelim 90’lı yıllara mı döndük mevzusuna. Uzun zamandır savaşa dair tek repertuarımız 90’lı yıllar oldu. Üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra 90’lı yıllar konuşulmaya başlanabilmişti oysa. 90’lı yıllar kapkaranlıktı ve ölümler karanlıktı. Pusu vardı, suikast vardı, faili meçhuller. Katliamlar vardı, göçler vardı. Akıl almaz işkenceler vardı.
Hakkari-Van arası bir yolculuk sırasında bir çiftlik görmüştüm. On odalı uzun yapılardan biriydi. Pencereleri yola bakıyordu. Arabada yan yana oturduğumuz arkadaşım çiftliği görünce kafasını sertçe diğer yöne çevirdi. Ne olduğunu sordum ısrarla, gözleri doldu, boğazı düğümlendi. Şaşkınlıkla onu izliyordum. “Yıllar önce Van’a giderken bu çiftliğin önünden geçiyorduk yine arabayla. Çocuktum... Gerillaları öldürmüş ve yakmışlardı, ibret olsun diye boğazlarına ip geçirmiş ve her bir odanın penceresinden sallandırmışlardı. Gelen geçen görsün diye günlerce asılı kaldılar” dedi.
İşte bu doksanlı yıllardı.
Varto’da öldürülüp çırılçıplak soyulup yol ortasına atılan kadın gerilla herkese böyle bir doksanlı yılları hatırlattı.
Şimdi gelelim 90’lı yıllara geri mi dönüyoruz sorusuna.
90’lı yıllara geri dönmüyoruz. Çünkü savaş eşittir gündelik hayat şeklinde travmatik bir hayat deneyimi yaşayan insanların sayısı arttı ve onlar güçlendiler.
Savaşta hayatını kaybeden, sakatlanan işkence gören insanların sayısı arttıkça o insanlara destek verenler de arttı. Göçlerle, yalnızlık ve yoksullukla yaşamı sakatlanan insanlar o yıllardan bu yana daha da politikleştiler, korkuları azaldı, dirayetleri arttı.
Daha fazla insan örgütlenmeye, daha fazla insan konuşmaya başladı.
Kadınlar politikleşti. Eş, anne, gelin, kız çocuğu olarak değil bir kadın olmanın benlik algısına sahip çıkarak hayatın aktörleri oldular.
Özgürlüğün vazgeçilmez olma hali milyonlarca insanın vazgeçilmez yaşam öngörüsü haline geldi.
Bunca ölüm, sakatlanma ve acının nasıl bir güç yaratacağı konusunda benim bir şey söylememe gerek yok. Acı korkuyu zayıflatır. Ve korku azaldıkça özgürlük için haykıran insanlar çoğalır. Bu insanlık devrimidir.
Kürt halkı artık çok güçlü bir halk. 90’lı yıllar bu gücü büyüttü. Doksanlı yıllara geri dönmemiz mümkün mü? Hayır, çünkü Kürt Halkı buna izin vermeyecek denli büyük ve güçlü bir halk.
Kürt halkı o kadar güçlendi ki, bunca acı ve katliamın üstesinden “barış”ı şiar edinerek geliyor ve bu halk göğsünü açıp “daha fazla ne yapacaksınız, gelin yapın ama barış gelsin hoş gelsin” diyerek karşılıyor bu ölümleri.
Barışı istemek her bir canlının en güçlü halidir. Bir insanın, bir halkın.
Şimdi peki doksanlı yıllara mı dönüyoruz sorusuna tekrar bakalım.
Tek bir benzerlik var. Geçen bunca zamana rağmen değişmeyen ve belki de tek benzerlik, Kürt Halkı katlediliyor ve önce köyler sonra ilçeler ve sonra illerle yürütülecek bu katliama göz yumuluyor.
Tıpkı doksanlı yıllardaki gibi. Göz yumuyoruz! Ayağa kalkmayarak, yas tutarak, bekleyerek sadece göz yumuyoruz!
İşte tek benzerlik bu.
Bir kaç ay önce Gündem Çocuk Derneğinin Cizre’de barış konulu yaptığı çalışmalardan birinde on yaşlarında bir çocuk sitem etmişti. “İstanbul’da bir ağaç kesilse bin kişi ortaya çıkıp yapmayın der ama Cizre’de bir kişi ölse herkes sessiz kalıyor, kimse demiyor yapmayın böyle, çocuk katili olmayın, kimse öyle demiyor”
Maksadım Gezi Direnişi bir ağaç için miydi, bir ağaç bile olsa evet o ağaç kesilmemeliydi, Gezi Direnişini nasıl anlamalıyız gibi sorular sormak ve yanıtlamaya çalışmak değil. Çünkü hepimiz Gezi Direnişinin ne olduğunu biliyoruz. Fakat arkadaşlarının öldürüldüğü, her gün hayata savaşla gözünü açmış bir çocuğa ne anlatacağız? Ona yanında olduğumuzu nasıl göstereceğiz? Ona bunu gösteremediğimizde ne hissedecek? Kendini bir ağaçla kıyasladığında nasıl değer yaratacağız?
Hep beraber sokağa çıkıp avazımız çıktığı kadar “Barış Hemen Şimdi” diye bağırmanın tam zamanı. Yoksa evet bu haliyle yine doksanlara döneceğiz. Katledilen bir Kürt Halkı ve sessiz kalan büyükşehir insanları olacağız. Yirmi yıl sonra birbirimize baktığımızda “aaaa acaba 2000’li yıllara geri mi dönüyoruz” diye bakıp acılarımızla büzüşüp bir kenarda oturup utanacağız.
Hayatımız boyunca suçluluk duyacağız. Sevinçlerimizden utanacağız.
Emanet oy verdim diyen insanlara da bir çağrı: Böyle konuşmak kolay yol. Hayat emanet edilmez, sizler kendiniz için bir seçim yaptınız. Aklınız bunun doğru olduğunu söylüyordu. Uyanışa geçtiniz. Kapatmayın gözlerinizi tekrar. Hayatınıza ve başka halkların hayatına sahip çıkacağınıza söz verdiniz. Sizler başkaları sizin hayatınıza sahip çıksın diye oy vermediniz. Sizler yüzde 13 olarak bu ülkenin halklarına söz verdiniz. Bu sözü bir parti değil, bu partiyle birlikte oy vermiş olan sizler verdiniz.
Zaman sosyal medyadan “alçaklar, şerefsizler lanet olsun” vb türevlerle küfretmenin zamanı değil. Bizler bir sevinç yaşadık, 7 Haziran’da bu sevinç heyecana dönüştü. Sonra tutuk bir yasa girdik. Zaman bu yas haline yapışıp kalmak, küfretmek değil! Zaman ağlamak, sinir krizleri geçirmek, bu ülkeden başka ülkeye gitmek istiyorum demenin zamanı değil.
Kaçmak kurtuluş değil!
Zaman ayağa kalkma zamanı. Meydanlarda, sokaklarda barışı isteme, katliamların bir an önce durması için yürüme zamanı!
Yoksa çok geç kalacağız. Barış hemen şimdi! (DÖ/HK)