Ekonomik analizin neredeyse tümüyle beklentilere dayandırılması giderek endişe verici bir hal almaya başladı. Psikolojinin rolünün iyiden iyiye abartılmasına, iyimser yorumlar yapmanın iktisatçılığın önde gelen görevi addedilmesine alışılmıştı. Ancak son günlerde yaşanan örnekler herkesin kendini rolüne fazla kaptırdığını gösteriyor ki, bu kadarı gerçekten tehlikeli.
İktisat hocaları, gazeteciler, iş insaları televizyonlarda, gazetelerde alışveriş yapalım da ekonomi canlansın diye dil döküyorlar. Peki kime sesleniyorlar? Simit, sakız gibi örneklerden yola çıktıklarına göre sıradan tüketicilere, çoğunluğa, ortalama vatandaşa herhalde. Bir takım kuruluşlar toplanıp krizden çıkmanın yollarını düşünmüşler. Başbakan yardımcısı da bunları himayesine almış. Bir kampanya başlatmaya karar vermişler. Daha önce Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) "Kriz varsa çaresi de var" diye bir kampanya düzenlemişti. Herhalde o çok başarılı oldu ki, bu sefer de "Alın verin ekonomiye can verin" diye yeni bir kampanyaya başlamışlar.
Birkaç yıl önce Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) milliyetçiliğin tavan yaptığı bir dönemde, Japon arabalarına karşı "Buy American" (Amerikan malı al) diye bir kampanya başlatılmıştı. General Motors ve Chrysler şimdi iflasın eşiğinde olduğuna göre, anlaşılan bu kampanya pek işe yaramamış. Yine de bizdekine göre çok daha makul bir kampanyaydı. Zira toplam talebi yükseltmek gibi tuhaf bir çaba gütmüyor, yalnızca talebi dışarıdan içeriye kaydırmayı amaçlıyordu. Oysa Türkiye'deki kampanya doğrudan talebi artırmayı hedefliyor, sıradan tüketicilere "Paranız var biliyoruz, saklamayın, gidin harcayın" diyor.
Reklamla olmaz!
Bir ülkede ekonomi konusunda en gerçekçi olması beklenen kesim iş çevreleridir. Kredi alıyorlar, yatırım yapıyorlar, riske giriyorlar. Bütün adımlarını dikkatli attıkları, hayal dünyasında yaşamadıkları varsayılır. Peki bu masal dili ne oluyor? Tüketimle ilgili en temel bilgileri unutmuş olabilirler mi? Tüketimin gelirin bir fonksiyonu olduğu, gelir düzeyi düşük insanların tüketim eğiliminin zaten yüksek olduğu, gelir dağılımında denge sağlandıkça toplam tüketimin artacağı gibi temel bilgiler... Bunları unutmuş olamazlar çünkü ekonominin iyiye gittiği dönemlerde üst gelir gruplarının tasarruf eğiliminin yüksek olduğunu, hızlı büyüme için kaynakların bu kesimlere aktarılması gerektiğini yazıp çiziyorlardı.
Şimdi, kriz ortamında, tasarrufu değil tüketimi artırmak istediğimize göre yapılması gereken ortada. Tüketim eğilimi yüksek olan kesimlerin gelirini artırmak gerekiyor. Bu da reklamla olmaz. Onlar zaten bütün paraları ile simit, sakız, oyuncak -ya da neyin satılmasını istiyorsanız onu- alıyorlar. Daha çok gelirleri olursa daha çok alacaklar, tasarruf etmeleri söz konusu değil.
Yanılsama yalnızca tüketim alanında değil, tasarrufla ilgili konularda da görülüyor. Bir süre önce konut satış istatistikleri yayınlandı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2009 yılının ikinci çeyreğinde 194 bin 743 konut satılmıştı. Bu durumda konut satışları bir önceki döneme göre yüzde 79, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 72 oranında artmıştı. Bu veriler krizin aşılmakta olduğunun göstergesi olarak ilan edildi. Kriz zaten konut sektöründe başlamıştı, işte şimdi de aynı sektörden başlamak üzere hayatımızdan çıkıyordu.
Kriz sürüyor
Oysa konutla ilgili diğer göstergeler farklı bir tablo çiziyor. 2009 yılının ilk çeyreğinde inşaat sektörü endeksleri çok olumsuz görünüyor. 2005 değerleri 100 kabul edildiğinde 2009'un ilk çeyreğinde inşaat sektörü istihdam endeksi 83,6, ciro endeksi 87,4, üretim endeksi 79,9 olarak gerçekleşmiş. Konut kredilerinde de benzer bir durum söz konusu. 2009 yılının ilk çeyreğinde bir önceki döneme göre konut kredileri yüzde 57, kredi kullanan kişi sayısı yüzde 48 azalmış. Konutla ilgili son olarak, bir bankanın hazırladığı konut fiyat endeksinden söz etmek gerekiyor. Büyük şehirler için hazırlanan ve 2007 Haziran değerlerini 100 kabul eden endekse göre, tüm bölgelerde konut satış değerleri 90'lı, 80'li hatta 70'li değerlere düşmüş durumda.
Bütün bu veriler konut sektöründe krizden çıkışın söz konusu olmadığını gösteriyor. Konut satışlarının artmasının üretimle bağlantısı yok. Bu tamamen tasarrufun biçim değiştirmesiyle ilgili bir konu. Faiz oranları düştükçe tasarruflar borsanın yanı sıra gayrımenkule de kayıyor. Borsadaki yükselişle krizden çıkış arasında bağlantı kuran anlayış, konut satışlarının artmasında da benzer bir yanılsama yaratıyor.
Bu kriz, sadece Türkiye'de değil dünyada da, gelir dağılımında görece düzelme sağlanmadan atlatılamayacak gibi görünüyor. Yıllarca liberal politikaları savunanların bunu kabullenmesi kolay değil. Galiba bütün bu tuhaflıklardan medet ummanın arkasında bu çaresizlik yatıyor.(BD/EÜ)