İktidara geldiği günden beri teknolojinin sağladığı tüm imkanları kullanarak algı yaratma ve algıyı yönlendirmede ustalaşan Erdoğan, son derece karmaşık bir o kadarda zor koşullarda bu ustalığını ve becerisini, bir konu hariç doruğa taşımış gibi görünüyor.
Kuşkusuz ekip çalışması olarak da değerlendirilebilecek bu başarıyı, aynı kulvarda yürüdüğü Kılıçdaroğlu da, Bahçeli de yakalayamıyor. Erdoğan’ın çok uzun zamandır bütün konuşmalarında “prompter” denen bir aygıt kullandığı biliniyor. Aslında Erdoğan konuşmuyor, önceden hazırlanmış yazılı metin “prompter” denen tabelaya yansıtılıyor ve Erdoğan onu okuyor. Prompter cam gibi saydam olduğu için varlığı pek hissedilmiyor, dolayısıyla dinleyenler ve televizyon başında izleyenlerin fark etmesi neredeyse olanaksız. İşte Erdoğan’ın “hitabeti yüksek, akıcı ve belagati iyi” konuşmacı olmasında bu cihazın payı büyük. Son aylarda Bahçeli’nin de konuşmalarında bu aygıtı kullandığını, konuşma yaparken masa tenisi izler gibi bir hal almasından anlamış olduk. Demek ki bu cihaz herkese uyumlu olamıyor!
Erdoğan’ı algı yaratma ve yönetmede başarılı kılan kullandığı “prompter” denen cihaz değil elbette. Kişiliğinin geliştiği ve eğitimini aldığı külliyatın içindeki “takiye” kültürü ve her şeyden önemlisi yazılı ve görsel medyayı en iyi biçimiyle kullanıyor olması ona bu imkanı veriyor. Hitap alanındakiler için inandırıcı bir dil kullanıyor olması ise bir başka avantaj sağlıyor. Onay tabanına hemen her gün seslenerek; evinde, iş yerinde ona değmek, güçlü lider imajı yaratmak, olmamışı oldurmak, olanı yok saymak, daha düne kadar koalisyon kurduğu cemaatle birlikte işlediği suçların ortalığa saçılmasıyla tüm günahları cemaatin boynuna asmak; 17 Aralık’ta son yılların en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile dört Bakan’ın istifa etmesi, milyonlarca doların, para sayma makinaların evlerden çıkması ve operasyonun Başbakanın oğlu Bilal Erdoğan’a kadar dayanması nedeniyle olan biteni “paralel devlet, çete” diye izah etmek. İşte gerçekten de bütün bunlar, Tayyip Erdoğan’ ı ustalaştıran ve “gözbağcı” mertebesine yükselten meziyetler olarak görülmeli.
Propagandanın önemli bir iş olduğunu, yalanın üzerine kurulmuş faşist Nazi Almanya’sından, bir bakanlığın bu alana ayrılmış olmasından ve Joseph Goebbels’in bu konudaki başarılarından biliyoruz. İktidarın korunması, hegemonyanın sürdürülmesi ve kitlelerin aldatılmasında Nazilerin ne tür yöntemler geliştirdiklerini ve kullandıklarını hatırlayınca insanın aklına ister istemez kimi çağrışımlar gelmiyor da değil!
Erdoğan’ın Taksim-Gezi isyanı sırasında Kabataş’ta gerçekleştiğini iddia ettiği “benim başörtülü kız kardeşime” diye başlayan sözlerinin de, Dolmabahçe camiinde “ayakkabılarıyla girip, içki içtiler” iddiasının da boşluğa düşmüş olmasına rağmen bu yalanı devam ettirmesine ve yarattığı algıdaki ısrara şaşırmamak gerekiyor. Üstelik yarattığı algıyı yeni argümanlarla süsleyip devam ettirmesi onun kültüründe var. Bezmi Alem Valide Sultan caminin imamı bu yalanı ortaya çıkardı diye 2 kez yeri değiştirilmiş, sonunda da sürülmüş, bu Erdoğan’ın umurunda bile değil. Erdoğan bunu olmamış sayıyor?
Erdoğan’ın iktidarını pekiştirmesinde önemli bir dönemeç olan ve ciddi bir liberal desteğini de arkasına aldığı Anayasa referandumundaki vaatlerini hatırlayalım, o vaatlerin kaçı gerçekleşti? 12 Eylül Askeri diktatörlüğünün ilk idamı olan Necdet Adalı için nasıl gözyaşı döktüğü henüz zihinlerden çıkmadı. Güya darbecilerle hesaplaşacaktı, ne oldu? Diktatörlüğün hayatta kalan iki konsey üyesi Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya davası ne aşamada? Anayasa yazımı hangi bahara kaldı? Askeri vesayeti kaldırıyoruz derken kendi vesayetini adım adım kurarken en büyük kolaylığı 12 Eylül hukukundan görmüyor mu? Üstelik bunu da “demokrasiyi güçlendiriyoruz” diyerek yapmıyor mu?
Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu ortadan kaldırdık diye övünürken, kendi döneminde Türkiye’nin dış borcu 400 milyar dolara dayanmış, ekonomi yönetimi batağa gidiyormuş, kim bunun farkında? İllegal dinleme, düzmece ve asılsız suç üretme gibi kirli işleri birlikte yaptığı cemaat, şimdi “payı” azaldı diye, koalisyonda “etkisi” azaldı diye “bildiklerini” ortalığa saçarken, Erdoğan sanki bundan habersiz gibi davranıp bunu uluslararası sermayenin komplosu olarak anlatmıyor mu? Sermaye gruplarını “vatan haini” olarak ilan etmiyor mu? Daha düne kadar “sermayenin vatanı yoktur” deyip uluslararası sermayeyi yatırım için ülkeye davet eden o değil miydi?
Kadına dönük şiddetin ve kadın cinayetlerinin AKP döneminde tavan yapmış olmasına rağmen, kadın bedenine saldırıyı “kürtaj” tartışmasıyla gündeme sokarken, yaşam alanlarına müdahaleyi mübah sayarken, kadınların yıllarca mücadele ederek elde ettiği “kadının beyanı esastır” ilkesini ve 8 Mart’ı Dolmabahçe yalanına nasılda katık ediyor!
Tarihimizle yüzleşmeliyiz deyip 1938 Dersim katliam belgeleriyle CHP’ye vururken daha dün Roboski’ de yoksul Kürt gençlerini uçaklarla vurup katletmeyi marifet sayabilmesi, sorumluluğunda olan bu katliam karşısında Genel Kurmay Askeri mahkemesinin “kaçınılmaz katliam” kararına sessiz kalması kendince bir “başarı” değil de nedir?
Dünyadaki ekonomik krizi gerekçe göstererek emeğe saldırılarını sürdürür ve yıllardır sıfır zamla toplu sözleşmeleri geçiştirirken, çalışanlar için hayati önemde olan kıdem tazminatına göz dikmesi, sendikasızlaştırmayı yaygınlaştırması ama bir yandan da geliştirdiği “sadaka kültürü” ile yiyecek ve giyecek yardımlarıyla “fakir fukara, garip gureba” dostu olabilmesi de bir başka “başarı” olarak görülmeli kuşkusuz!
Meclisten kavga dövüş geçen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayladığı “internet yasası” diye bilinen 2014 internet kullanımını düzenleyen yasadan en fazla yararlanacak olanların ise Deniz Baykal kaseti nedeniyle CHP, 2011 parlamento seçimlerinde birkaç vekillerinin görüntüleri yayınlandığı için de MHP’nin olacağını, kendisinin hemen her gün yeni bir ses kaydının internete düştüğü koşullarda meydan meydan anlatabilmeye ne demeli?
Abdullah Öcalan’ın inisiyatif alarak silahlı çatışmayı engellediği ve can kayıplarının ortadan kalktığı herkesin malumu. Olup olmadığı, sürüp sürmediği belirsiz “çözüm ve müzakere” sürecinin daha başında Paris’te 3 Kürt kadınının MİT’in bilgisi dahilinde öldürülmesinin açığa çıktığı, hala binlerce KCK davası tutuklusunun hapiste olduğu, demokratikleşme paketlerinin içinin boş çıktığı, Kürtlerin haklı taleplerinin hiç birisinin kabul görmediği koşullarda, Hala “bu seçimden de güçlü çıkarsam sorunu çözeceğim” diyebilmek algı oluşturmak ve onu yönetmek değilse nedir?
Taksim isyanı birçok açıdan gerçekten dönüm noktası oldu. Önceleri Erdoğan bu kalkışmayı tanıdığı, bildiği ve baş etmekte hakikaten usta olduğu CHP muhalefetine icra etmeye çalıştı. Meselenin bundan ibaret olmadığını anladığında ise karşısında kim varsa ona yıkmaya çalıştı. Onlarca insana davalar açıldı, yüzlercesi gözaltına alındı. Şimdilerde ise haşhaşiler diye tanımladığı Cemaat, MHP ve CHP’yi aynı torbaya doldurup yanına da “üstü çıplak, deri eldivenli, bandanalı, vandallar”ı koyup kurgu yapıyor. Denilebilir ki, Erdoğan’ın bir türlü anlayamadığı ve çözemediği dolayısıyla oluşturmaya çalıştığı algınında bir türlü tutmadığı ve eğreti kaldığı tek konu Taksim isyanı oldu.
30 Mart yerel seçimleri AKP koalisyonunun bozulması ve siyasi konjonktür nedeniyle bir yerel seçim olmanın ötesinde başka bir anlam taşıyor. Herkes bunun farkında ve hesaplar buna göre yapılıyor. Seçimlere ise bir aydan biraz fazla bir zaman kaldı. 12 yıla yaklaşan iktidarında Tayyip Erdoğan’ın ustaca kullandığı algı oluşturma ve yönetme becerisi ne kadar işe yarayacak, 1 Nisan’da bunu hep birlikte göreceğiz… (KA/EKN)