Bilim kurgu romanlarını herkes sevmez, ancak "Algernon’a Çiçekler" herkese okumasını tavsiye edeceğim bir roman. Çünkü hem güçlü hikayesi, hem yazım tekniği, hem de değindiği konularla herkese sesleniyor. Bu romanda düşük IQ’lu Charlie’nin süper zekalı birine dönüşümünü ve yaşadıklarını onun kaleminden okurken, duygularına ve sorgulamalarına da eşlik ediyoruz. Yapay zekanın tartışıldığı bu günlerde, bu romanı okumak insan zekasının farklı türleri ve insanın anlam arayışı üzerine psikoloji, sosyoloji felsefe ve bilim üzerine uzun uzun düşünmemizi sağlayabilir.
Romanın konusundan önce, kitabın hikayesine değinelim: Amerikalı Yazar Daniel Keyes (1927 – 2014) ilk olarak 1959 yılında “Algernon, Charlie ve Ben: Bir Yazarın Yolculuğu”nu The Magazine of Fantasy&Science Fiction dergisinde kısa hikaye olarak yayımlamış, bir yıl sonra da En İyi Kısa Hikâye dalında Hugo Ödülü’ne layık görülmüş. Okurlar bu hikayeyi o kadar sevmiş ki Keyes, 1966 yılında hikayenin roman versiyonunu yayımlamış ve En İyi Roman dalında Nebula Ödülü’nü kazanmış. Roman o tarihten sonra 27 farklı dile çevrilmiş, 30 ülkede yayımlanmış, 5 milyondan fazla satmış ve liselerde okutulan kitaplardan biri olmuş.
Romanın kahramanı 32 yaşındaki Charlie Gordon. Romana adını veren Algernon ise bir kobay fare. Bu arada yazarın romanına isim verirken İngiliz şair, yazar Algernon Charles Swinburne’den (1837-1909) ilham aldığı söyleniyor. Buna ilişkin güçlü bir kaynak bulamasam da Swinburne’nün çağına göre tabu sayılan konular üzerine yazmasının Keyes’i etkilediği söyleniyor.
Kahraman kaleminden “ilerneme rapuru”
Ülkemizde Koridor Yayınları’ndan Handan Ünlü Haktanır çevirisi ile yayımlanan Algernon’a Çiçekler’in konusuna gelirsek; kitap Eflatun’un Devlet adlı eserinden “akıl gözü” ve “beden gözü”ne ilişkin bir alıntı ile başlıyor. Hemen ardından da Charlie Gordon imzasıyla gün be gün kaleme alınan “ilerneme rapuru” -evet aynen böyle yazıyor- başlıklı yazıları okumaya başlıyoruz. “Doktor Strauss bundan böyle yaşadığım herbişeyi neler düşündümü neler hatırladımı yazmamı söyledi. Bunu neden istedini bilmiyorum ama beni kullanıp kullanmıycaklarını anlamak için öle yapmam önemliymiş” diyerek raporlarını yazmaya başlayan Charlie, o sıralarda bir ameliyata hazırlanıyor.
IQ’su 68 olan Charlie, daha önce hayvanlar üzerinde denenen bir operasyonun yapılacağı ilk kişi oluyor. Algernon adındaki bir fare üzerinde yapılan çalışmaların sonuçlarından yola çıkarak Charlie’nin zeka seviyesinin artması umuluyor. Charlie de bu dönemde doktorların isteği üzerine aklına ne gelirse yazmaya başlıyor. Bir nevi günlük gibi.
Keyes romanında Charlie’nin zeka durumuna göre dil ve imla kullanmayı tercih ederek, okurunu olayların içine çekmeyi çok iyi bilmiş. Başlarda çocuksu bir dille okuduğunuz “ilerneme rapuru”nun başarılı geçen ameliyattan sonra Charlie’nin yükselen zekasına paralel olarak “İlerleme Raporu” olması, söyleyemediği isimlerin, yazamadığı kelimelerin, kuramadığı cümlelerin, yerli yersiz kullandığı noktalama işaretlerini yavaş yavaş düzelmesine tanık oluyoruz.
Akıllıların çok arkadaşı olur mu?
Charlie’nin zeka seviyesi düşük ancak “istisnai” bir şekilde farkındalığı yüksek diyebiliriz. O durumunu biliyor aslında ve normalleşebilmek için çocukluğunda öğrenemediği okuma-yazmayı öğrenmek istiyor. Zihinsel engelli yetişkinlerin gittiği merkezdeki öğretmeni Alice Kinnian’ın tavsiyesi ile Profesör Nemur ve Doktor Strauss ile tanışıyor ve son teknoloji deneysel bu ameliyat için seçiliyor.
Charlie’nin hayali insanların kendisiyle dalga geçmemesi ve onu sevebilecek çok sayıda arkadaş edinmek. Çalıştığı fırında sözde arkadaşları var ama onlar sürekli Charlie’ye gülüyor ve eğlencelerine alet ediyor. “Eğer akıllıysan sohbet edecek bisürü arkadaşın olur ve hep böyle yapayannız kalmazsın” diyen Charlie, zekanın her şeyi halledeceğini sanıyor.
Ameliyatın ardından Charlie, Algernon ile tanışıyor, zekası normalin 3 katına çıkmış olan fare ile aynı başarıyı göstermesi beklenen Charlie yarıştırılıyor. Charlie, Algernon’u yenmeyi öğrenirken, onunla empati de kuruyor. Yemek yiyebilmek için testi geçmek zorunda olmasına üzülüyor ve onunla arkadaş olmaya karar veriyor.
Charlie’nun zekası günden güne ilerliyor, Robinson Crusoe’ya “çok zor” derken kısa sürede şiir, bilim, felsefe ilgisini çekmeye başlıyor; Shakespeare, Milton, Newton, Einstein, Freud, Eflatun, Hegel, Kant gibi isimler ona heyecan veriyor. Laboratuvarın yer aldığı kampüsteki üniversite öğrencilerinden dinlediklerini aktarırken, sadece cümleleri düzelmiyor düşünceleri de şekilleniyor.
Üniversitenin ve eğitimin anlamı nedir?
Charlie aydınlanma anlarından birini şöyle aktarıyor: “Şimdi anlıyorum ki; üniversiteye gitmenin ve bir eğitim almanın en önemli nedenlerinden biri, tüm hayatınız boyunca doğru olduğuna inandığınız şeylerin doğru olmadığını ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenmekmiş.”
Charlie’deki bir diğer farklılık da çocukluğunu hatırlaması oluyor. Aralarında annesinin sevgisizliği, babasının ilgisizliği, kız kardeşinin şımarıklarına ait anıların da olduğu geçmiş günler parça parça aklına geliyor. Ancak Charlie tüm bunları yaşayan o küçük çocuktan ben olarak değil de Charlie olarak, başka biri gibi anlatıyor.
Tüm bu süreçte Charlie bir dâhiye dönüşüyor. Sonradan aşık olacağı Alice’in dediği gibi “başkalarının öğrenmek için bir ömür verdiği şeyleri, birkaç haftada öğrenmeyi başarmış, bilgi emmekten sırılsıklam olmuş kocaman bir sünger”e dönüşüyor. Ne yazık ki süreç Charlie’nin hayal ettiği gibi ilerlemiyor; zekasının normalin üzerine çıkması çevresince dışlanmasına, kıskanılmasına yol açıyor.
Entelektüel zeka mutluluk getirmez!
Sayfalar çevrildikçe kahramanımızın entelektüel gelişimi, duygusal gelişimini geçiyor. Tam bu noktada “Cehalet mutluluktur” diyen Sokrates’i anıyoruz. Dr. Strauss’un dediği gibi “zekası geliştikçe sorunları da o ölçüde büyüyen” Charlie, sorgulamayı ve düşünmeyi öğrenip entelektüel bilgiler edinen, bununla birlikte aşkı ve seksi de keşfediyor. Zekası ve ona bağlı olarak değişen kişiliği ise doktorlarını bile eleştireceği, beğenmeyeceği, yetersiz bulacağı düzeye geliyor. Yeni bir hayat, yeni deneyimler demek, Charlie’nin bu aşamadan sonra başına neler geleceğini kitaba bırakarak, okur üzerinde bıraktığı duygulara ve yaptığı çağrışımlara değinmek istiyorum.
“Beni rahatsız eden şey hissettiklerimi ifade etmek için gerekli olan sözcükleri bulamamak” diyen Charlie’nin okuduğu kitaplara da özellikle dikkat çekmek isterim. Okuma serüveni Robinson’dan sonra Muhteşem Gatsby ile devam eden Charlie’nin sözleriyle aktarıyorum:
"Şimdi boş vakitlerimin çoğunu kütüphanede okuyarak ve kitapları adeta sünger gibi içime çekerek geçiriyorum. Herhangi bir konuya özel bir şekilde odaklanmıyorum, sadece Dostoyevski, Flaubert, Dickens, Hemingway ve Faulkner’dan -elime ne geçerse- bol bol hayal ürünü romanlar okuyor ve hiç bitmeyen bir açlığı doyurmaya çalışıyorum.”
Sevgi ve şefkat eli değmeyen zeka…
Başucu kitabı da John Milton’dan Kayıp Cennet olan ve bu destansı şiiri okuyup Adem ile Havva’nın cennetten kovuluşu, Bilgi Ağacı üzerine yorumlar yapan Charlie’nin okuru can evinden vurduğu bazı saptamaları şöyle:
“Ben zekanın tek başına hiçbir anlam taşımadığını öğrendim. Burada, sizin üniversitenizde zeka, eğitim, ve bilgi büyük idoller haline gelmiş. Ama şimdi biliyorum ki, hepinizin atladığı bir şey var: Sevgi ve şefkat eli değmeyen zeka ve eğitim beş para etmez.”
“Öğrenmek tuhaf bir olay: Ne kadar derinlere gidersem, var olduğunu bile bilmediğim şeylerle karşılaşıyorum. Kısa bir süre önce, her şeyi -dünyadaki tüm bilgileri- öğrenebilirim gibi aptalca bir hisse kapılmıştım. Şimdi ise, sadece onların var olduğunu bilebilmeyi ve bir nebzesini anlayabilmeyi ümit ediyorum.”
“Sevgi alma ve sevgi verme yeteneğinden yoksun zeka, zihinsel ve ahlaki çöküşe, nevroza ve muhtemelen psikoza bile yol açar. Ve ben-merkezci bir amaca odaklanan ve insan ilişkilerini dışlayan bir beynin, sadece şiddete ve acıya neden olacağını da eklemek istiyorum.”
Hepimiz Charlie olabilir miyiz?
Algernon’a Çiçekler pek çok açıdan düşündürüyor dedim ya, kitap boyunca aklınıza türlü türlü fikirler geliyor. Süper zeki olmasak da çoğumuz zekamıza laf söyletmeyiz; öyleyse Charlie’nin yerine kendimizi koyabilir miyiz? Romanda Charlie’nin üç farklı aşamasına tanıklık ediyoruz; acaba bunlar bizim yaşam evrelerimiz olarak okunabilir mi? Gündelik ihtiyaçlarımızı bile karşılayamadığımız çocukluk; gelişip, büyürken, kendimizi pek matah birisi sandığımız yetişkinlik ve her şeyin yavaş yavaş silinip, geride kaldığı, bir nevi çocukluğa dönüş olan yaşlılık. Hikayenin alt metnini böyle okursak “hepimiz Charlie’yiz” diyebiliriz.
İd, ego ve süper-ego’nun mücadelesi
Romanı okurken sizin de aklınıza Freud’un yapısal kişilik kuramı gelebilir. Charlie’nin hayatını psikolojik bir bakış açısıyla yorumlarsak; tüm yaşananları id, ego ve süper-egonun sonsuz güç savaşı olarak yorumlamak da mümkün. Doğuştan getirdiğimiz id (alt bilinç); içgüdüsel ve ilkel davranışlarımızı içeriyorsa; arzular, istekler, ihtiyaçlar, haz vb.… Süper-ego (üstben); tüm ahlaksal kısıtlamaların temsilcisi, mükemmellik yolundaki çabaların savunucusuysa… Ego (ben) ise; bu ikisinin isteklerini uzlaştırmaya çalışan, gerçeklik ilkesiyle çalışan hakemse… Evet olabilir, Keyes, Freud’dan etkilenmiş demektir. Charlie’nin yaşam evrelerinde tüm bunların izlerini bulmak mümkün. Ayrıca Keyes’in aşk ve cinsellikle ilgili anlatımlarına bakarak Freudyen bakış açısına sahip olduğunu söylemek mümkün. Yazar adını koymasa da Charlie’nin annesi ile yaşadıklarını, karşı cinsle ilişkisini okurken, Oedipus kompleksini çocukluğundan yetişkinliğe taşıdığını söyleyebiliriz.
Tabi tüm bunları bir kenarda tutup romanı, zihinsel engellilere toplumun bakışı ve davranışları açısından da irdeleyebiliriz. Bakın Charlie bu konuda ne diyor?
“Nasıl oluyor da, kolsuz ve bacaksız doğan insanlardan faydalanmayı akıllarından bile geçirmeyen dürüst ve duyarlı kişiler, düşük bir zeka düzeyiyle doğanları istismar etmekte bir mahsur görmezler?”
“Zihinsel engelli bir adam da diğer adamlar gibi olmak ister. Bir çocuk kendisini beslemeyi veya ne yemesi gerektiğini bilmeyebilir ama onun da karnı acıkır.”
Filmi Cliff Robertson’a Oscar kazandırmış
Film severler için de bir bilgi: Algernon’a Çiçekler de sinemaya uyarlanmış, hem de üç kere. Ancak hiçbiri kitabın yerini tutmamış. Bunlardan Charly (1968) isimli film okurlar tarafından pek beğenilmemiş ama başrol oyuncusu Cliff Robertson bu rolüyle Oscar’ı kucaklamış.
Yürek burkan, hatta yer yer gözlerinizi yaşartan bu hikayeyi çok geç okuduğumu düşünüyorum; eğer edebiyat severseniz bir klasik sayılabilecek romanı ilk fırsatta okumanızı öneririm, pişman olmayacaksınız. Yazar Keyes’in şu sözleri de aklınızda bulunsun: "Okuyucularımın Charlie'ye gülmesini istemedim. Onunla gülün ama ona değil…”
Ayrıca merak ediyorum; kitabı bitirdikten sonra bakalım siz de benim gibi Rorschach Testi’ni arayıp, bulup deneyecek misiniz?
Celal Başlangıç’ı kitaplarıyla anmak…
Yazımı bitirmeden dün uğurladığımız meslek büyüğüm, arkadaşım, can dostum gazeteci Ayşe Yıldırım’ın eşi Celal Başlangıç’ı da bir yazar olarak anmak istiyorum. Celal Başlangıç, özellikle Güneydoğu’da yaşananlar, insan hakları ihlalleri, azınlık hakları gibi konularda yaptığı haberlerle Türkiye’de gazetecilik tarihine adını yazdırmış değerli bir kalem, aynı zaman da çok sayıda kitabın da yazarı.
Celal’in “Kanlı Bilmece”, “Hayatın Rengi Gökkuşağı”, “Hayata Söylenmiş Şarkılar”, “Korku Tapınağı” adlarıyla yakın tarihe ışık tutan kitapları var. Gazeteciler, kamuoyunu bilgilendirirken tarihi de kayıt altına alırlar aslında.
Celal’in haberlerini bulup okumak meşakkatli olabilir; ancak, gençlere, özellikle de genç meslektaşlarıma kitaplarını okumalarını ve usta bir gazetecinin kaleminden geçmişin izini sürmelerini tavsiye ederim. Yaşadığı çağın gerçeklerine ışık tutan Celal Başlangıç’ı haberleri ve kitaplarıyla hatırlayacağız. Güle güle git Celal…
(NK/EMK)