90’lar, ceberut devlet geleneğinin kendi halkına neler yapabileceği açısından, kendisine yapılan atıfları hak eden bir öneme sahip. Ama 90’lar aynı zamanda bir halkın direnci ve kendini yeniden var edebilme potansiyellerini kavramak açısından da büyük öneme sahip bir zaman dilimi.
90’lara girildiğinde, Kürt halkı bir yana 12 Eylül yenilgisinin solda, emekçilerde ve Alevilerdeki etkileri henüz aşılamamıştı. Üstüne Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla, dünyanın cennete çevrilebileceğinden yana küresel bir umutsuzluk ve bu umutsuzluğa bağlı olarak soldan uzaklaşma başlamıştı.
Üstelik 12 Eylül’ün kurumsallaştırdığı “illiberal demokrasi”, Türk-İslamcı hâkimiyetin de güveniyle, demokrasi taleplerine izin vermeyen bir kararlılıkla saldırılarını yineliyordu.
Kurulan sınıfsal diktatörlüğü geriletebilecek her türden sendikalaşma ve sosyalist bileşim acımasızlıkla engellemeye çalışılıyordu. Aynı şekilde iki temel toplumsal muhalefet dinamiği olan Alevilerin kendilerini keşfetmeleri durdurulmaya, kendilerini keşfetmiş Kürtler ise ezilmeye çalışıyordu. Yine bu statüyü sürdürebilmek için toplumsal mendirek olarak beslenip büyütülmüş olan İslamcılığın da denetimden çıkışı engellemeye çalışıyordu.
Kısacası 12 Eylül kurumsallaştırması üzerinden 90’lara, kendi halkına karşı operasyonlar yapan ve farklı halk kesimlerini birbirine düşürerek varlığını sürdürmeye çalışan bir rejimle giriliyordu.
Ancak bu denli yoğun Türk-İslamcı tahkimatla ne Kürt ve Alevilerin asimilasyon ve entegrasyonu mümkündü ne de İslamcı hareketi ilanihaye denetimde tutmak...
Nitekim her kimliğin kendine döndüğü bir dünya konjonktüründe, varlığını kamusal alanda gerçekleştirmeye çalışan Alevileri sindirmeye yönelik Sivas katliamı da, planlananın aksine ters tepecekti.
Bu coğrafyanın en büyük ozanı Pir Sultan Abdal’a, türkü yaktığı toprakta bile yer açmayan bağnazlık, Alevi toplumunun “artık yeter!” diyen çığlığıyla göğüslenecekti.
1993: Operasyon yılı
2 Temmuz 1993’te 33 kişinin yakılarak öldürülmesiyle sonuçlanan Sivas katliamı, derin devlet mahzenlerinde örgütlenmiş oldukça ince bir hesabın sonucu gibi görünüyor.
Kuşkusuz İslamcı bir grup bu katliamda asli faildi ve aradan geçen bunca zamana karşı en küçük bir özeleştiri bile yapılmamış olması, İslamcı siyasetin temel haklar karşısındaki niteliği açısından kritik bir göstergeydi. Ama kabul edilmeli ki 1993'te, salt İslamcıların böyle bir katliamı, (tıpkı 1970’li yıllarda faşist milisçe gerçekleştirilen katliamlar için de geçerli olduğu gibi) devlete rağmen örgütleyebilmesi çok da mümkün değildi.
Üstelik 1993 sadece Sivas katliamı açısından değil, Uğur Mumcu’dan Cem Ersever’e kadar birbirinden çok farklı pek çok kritik şahsiyetin peş peşe öldürüldüğü, katliamların gemi azıya aldığı bir dönem. Dolayısıyla 1993, derin devletin toplumu kontrol altına alma ve yeniden düzenlemeye yönelik bir operasyon 10 yılı olan 90’ların belki de en önemli yılıydı.
Bununla birlikte yarattığı tüm toplumsal tahribata karşın belirtilmeli ki 90’lar bittiğinde derin devletin mutlak egemenliğinin de sonuna gelinmişti. Kuşkusuz sistem kendini Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile yeniden kuracak, hatta yer yer daha da kötü kurarak günümüze taşıyacaktı. Ne ki 90’ların sonu, ordu ve büyük sermayeden oluşan egemen blokun hem parçalanması hem de iktidarsızlaşmasına işaret ediyor.
2000’li yıllara geçilirken, devletin geleneksel muktedirleri, “28 Şubat’ın bin yıl süreceği” pervasızlığıyla her şeye hâkim görünmekteydiler; ancak bu yalancı bir hâkimiyettir artık. Çünkü kısa zamanda görüleceği gibi 2000’li yıllar, Kürt halkının sistemin Türkleştirici iradesinin dışına çıktığı, Alevilerin, Sünnileştirici dayatmaya karşı kendi kimlik haklarının bilincinde bir halka dönüştüğü ve onlara karşı beslenmiş İslamcıların da görece mutedil bir kimlikle iktidara yükselmesini temsil ediyordu.
Bozulan hesap
Sivas katliamının öngününde Alevi örgütlenmesi ve arayışlarının yeni yeni tomurcuklandığı, ama henüz bir hareket haline gelemediği görülmekteydi. Ona saldıran derin güçler ise, deyim yerindeyse bir taşla üç kuş vurmak istiyordu.
1) İslamcılar kullanılarak, Alevi hareketinin, Sivas’a Pir Sultanla anılacak Ozanlar anıtı dikebilen bir özgüven geliştirebilmesinin önü alınacak.
2) Giderek kontrolden çıkan İslamcı hareketin, kendi dışındaki güçleri, yakabilen radikalizmiyle teşhiri ve gelişiminin kısıtlanması sağlanacak.
3) Madımak ve onu izleyen Başbağlar katliamı üzerinden tüm halkın kendi operasyoncu iradesine tâbiyetini yenileyerek muhaliflerinin tecridi sağlanacaktı.
Ne ki Sivas katliamı öncelikle Alevi toplumunda ters tepecekti. Öyle ki bu katliam, “artık yeter!” diyen bir çığlığa, korkunun ecele faydası olmadığını göstermeye, öz örgütlenmesini gerçekleştirme için bir kıvılcıma dönüşecek.
Gerçekten de bu katliamı izleyen dönemde Alevi örgütleri hızla yaygınlaşmaya, katılım düzeyleri hızla artmaya ve tabii Alevi sorunu ve tarihsel mağduriyeti kamusal alanda daha belirgin bir şekilde görülmeye başlanacaktı. Kısacası katliam, yapanların iradesi hilafına Aleviliğin kimlik mücadelesi olarak büyük bir aydınlanma ve örgütlenme seferberliğine neden olacaktı.
Sivas’tan sonra Gazi
90’ların başında Alevilerin, Avrupa’da daha belirgin olmak üzere, nüfus yoğunlukları olan her yerde varlık göstermeye başladığını görüyoruz. Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş, Alevi Kültür, vb. isimler altındaki dernekleşmeler, Alevilik üzerine kitap ve dergiler, hep bu varoluş çabasının yansımalarıydı. Keza zorunlu din derslerine karşı muhalefet ve mahkeme başvuruları dâhil mevcut statüye karşı itaatsizlik bu dönemde görülecekti.
Ama özellikle belirtilmeli ki Sivas katliamı sonrasında bu aydınlanma, örgütlenme ve itiraz hali, öncesi dönemle kıyaslanmayacak kadar belirgin bir hâl alacaktı. Öyle ki Kürt hak mücadelesini ezmekle ve İslamcı hareketin rejimin yedeği olmaktan çıkmasını engellemekle uğraşan muktedirler, bir de Alevi toplumunun giderek yükselen eşit yurttaşlık talebiyle karşı karşıya kalacaklardı. Topluma zorla dayatılan tektipleştirici elbise her yanından patlamaya başlıyordu.
Sivas sonrasında oluşan bu öz bilinç ve örgütlenme atılımını kırmaya yönelik olarak, 12 Mart 1995’te İstanbul Gazi Mahallesinde ikinci bir saldırı organizasyonu gerçekleştirilecekti. Bu kez devrede İslamcıların olmaması, ama buna karşılık hedefin Sivas’ta amaçlananla aynı olması, her ikisinin de aynı merkezden organize edildiğinin göstergesi olacaktı.
Ancak yılgı ve teslimiyeti amaçlayan bu saldırı da, sosyalistlerin etkin katılımıyla Alevi toplumunun ülke çapında yaygın direnişiyle göğüslenecekti. Öyle ki bu direnci 17 kişiyi öldürebilecek düzeyde bir vahşetle ezme kararlılığı da Alevi bilincini ezmekte işe yaramayacaktı. Nitekim Gazi provokasyonu Gazi direnişine dönecek ve hemen sonraki süreçte, Alevi yerleşimi olup da dernekleşmeye gitmemiş neredeyse bir yer kalmayacaktı.
Deyim uygunsa Sivas’ı takiben yinelenen Gazi katliamı, hem ciddi bir toplumsal dirençle karşılaşacak hem de inkâr ve asimilasyon politikalarının sürdürülemez hale gelişinde belirleyici bir rol oynayacaktı.
Devletin, Kürt realitesini tanıdığını açıklamak zorunda kalışı gibi, giderek Alevi realitesini de tanıma sözleri vermek zorunda kalacağı bir dönemece girilecekti. Ancak devletin, değişik temsilcileri aracılığıyla bunu ilan etmek zorunda kalışı Kürt sorunu gibi Alevi sorununun da çözümü anlamına gelmiyordu. Kaba inkâr, yerini daha ince yöntemlere, kabul eder ve çözecekmiş gibi davranıp sorunu çürütme yönelimine terk edecekti.
Bu kapsamda Alevi inancının İmam Hüseyin’den Pir Sultan Abdal’a kadar direnç damarından hazzetmeyen, ama gelenek içinde önemli bir pozisyon oluşturan Dede payesine sahip kimi Ocakzadelerin parasal olarak desteklenmesi ve yayın organları aracılığıyla tüm Alevi toplumunun önderi olarak sunulmasıyla yeni bir Alevilik dizaynına gidilecekti.
Kimi milliyetçi Alevi yazarlarca da desteklenen bu yeni dizaynda Alevilik, sola ve Kürtlere karşıt, adalete duyarsız, milliyetçiliğe araç, devlete tebaa ve “en hakiki İslam” tanımlı kılınmaya çalışılacaktı. İşte böyle bir “Alevilik” kullanılarak, hem otantik Alevi kültürü asimile edilmeye hem de rejime karşı direnç damarını temsil eden yaygın Alevi örgütlenmesi itibarsızlaştırılmaya çalışılacaktı.
Ancak bu yönelim, kendisine yapılan tüm yatırımlara karşın Alevi kimliğinde belirleyici olamayacaktı. Bu durumda Alevi tarihsel hafızası ve tarihsel önderlerinin yol gösterici deyişlerindeki netlik yanında sol kadroların hareketteki varlığı da tayin edici olmuştur.
Sosyalizm adına kurulmuş rejimlerin 90’daki çözülmesi, önceki dönemde sosyalist örgütlenmede şekillenmiş Alevilerin, otantik kimliklerinin sorunlarına yönelmelerini getirecekti. Nitekim Alevi kimliğinin bu ilk örgütsel ve ideolojik atılım sürecinin önünde Alevi kimlikli sosyalistleri göreceğiz.
Bu durum öncelikle Aleviliği İslamın bir mezhebine indirgemeye, 12 Eylül sonrasını Alevi kültürünü çürütmek için kullanmaya ve kendi siyasal gündemine göre kullanmaya çalışan derin devletin planını akamete uğratıyordu. Bu sol kimlikli kadrolar sayesindedir ki Alevi hareketi, kendi demokratik muhtevasına uygun bir yerden kurumlaşabilme olanağına kavuşacaktı.
Bilanço
90’ları geride bırakırken Alevi hareketi, yaygın bir örgütlenmeye ve bunlar arasında konfederatif bağlar kurma aşamasına ulaşacaktı. Sivas’ta 33 canını ve sosyalist yoldaşını kaybetmek pahasına gerçekleştiremediği “şenliklerini”, pek çok Alevi yerleşim biriminde gerçekleştiren, televizyonları ve dergileri olan bir konuma yükselecekti. Tektipleştirmeci rejim karşısında, eşit yurttaşlık talebiyle çoğulcu bir Türkiye hayalinin temel dinamikleri arasında yerini alacaktı.
Bu süreç içinde inançsal olarak Cemevi örgütlenmesini kendi ibadet mekânı olarak kabul ettirmeye yönelik olarak statükoyu ciddi anlamda zorlayan bir konum kazanmıştı. Artık Alevi cenazelerinin İslamiyetin ibadet mekânı olan camilerden ve onun dinsel temsilcisi imam’ların dualarıyla değil, (henüz kimliğini tam bulamamış olsa da) kendi ibadet mekânı olan cemevleri ve kendi inanç önderleri dede’leri aracılığıyla kaldıran bir konuma yükselmişti.
Aynı şekilde zorunlu din derslerine ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anti laik kurumlaşmasına itirazını netleştirmiş bir Alevi toplumsallığı oluşmuştu. Bunu tamamlamak üzere mevcut statünün gerçek bir laiklik olmadığı, Alevi sorununun sadece İslamcılıkla ilgili olmadığı, 1925 Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılmasına İlişkin Kanun’dan başlayarak Cumhuriyet modernleşmesinin de Alevi sorununda asli failler arasında olduğu konusunda net bir bilinç oluşturmuştu...
1937-38 Dersim’de yapılanın, kimlikleriyle yaşam haklarının çiğnenmesi olduğunu, Aleviliğin Türklüğe indirgeyen yaklaşımların hakikat değil milliyetçi manipülasyon olduğu ve kurtuluşun tüm kimliksel ve sınıfsal mağduriyetlerin aşılacağı bir çizgide gerçekleşeceğine dair ciddi bir tahkimat gerçekleştirmişti.
2002’de AKP’nin iktidarıyla birlikte, Alevi toplumunu rejimin modern temsilcilerine doğru çekecek yeni bir sarsıntı geçirilecekti gerçi. Ancak 90’larda oluşan bilinç ve örgütlülük, İslamcılığa karşı kendini manipüle etmeye çalışan rejim güçlerine kalıcı bir yedeklenmeye de izin vermeyecekti.
Sonuç olarak bugün, eşit yurttaşlık hakkını, cemevlerinin inanç mekanları olarak tanınmasını, kendi dışlarındaki sorunların da çözümünü içeren topyekün bir değişimi talep eden bir Alevi hareketi karşısındayız. Kuşkusuz bu hareketin bir dizi eksiklik ve sorun alanına sahip olduğu da saptanmalıdır; ancak bunlar, onun gerçekten demokratik, laik sosyal bir Türkiye amacının en temel dinamiklerden biri olduğu gerçeğini gölgelemeyen ayrıntıları oluşturuyor. (EA/BA)