Kürtlerin ezeli muhabbetleri döner masada: “En güzel yeri askeriye almış”, “Doğduğumuzdan beri deplasman hayatı yaşıyoruz”, “Kürdün nokta ile problemi: paşaport, iskence”, ”Abê İstanbul’a gittin mi paran olacak, öbür türlüsü zulümdür”...
Muhabbet bağında bir gül açıldı Bir derdim var bin dermana değişmem Yüküm lal-ü gevher mercan saçarım Bir derdim var bin dermana değişmem
Belki de dinlenince sıradan gibi gözüken türküdeki bu derin sözlerin etkisiyle tek başına oturmuş adam kim bilir hangi maziye dalmış rakısını yudumluyor. Malum, meyhaneye tek başına oturan adamın başı daha kalabalıktır.
Diyarbakır Dağkapı’daki eski bilinen adıyla Pavyonlar Sokağı’ndan insanın içine doğru yol alan bir mekan. 80’li yıllardan itibaren varlığını sürdüren, o dönem salaş ve sadece erkeklerin gittiği bir meyhane olarak hatırlanır Benûsen Meyhanesi. Birkaç kez İstanbul’dan gelen konuklar olarak bizi ağırladığı olmuştu ama koşullar çok elverişli olmadığından gidemedik bir daha. Ardından hem el hem de ruh değiştirdi. Krem rengi, etamin işlemeli nostaljik perdeler takılan, logosu değişen meyhanenin ismini görmeseniz ilk etapta ev yemekleri yapan şirin bir lokanta sanırsınız, ama değil!
O şahane ismindeki “û” bağlacı, önce ezberinizi bozar, sonra anlarsınız şehirde konuşulan iki dili, yani Kürtçe ve Türkçeyi nasıl da güzel birbirine kırdırdığını.
İçeri girdiğinizde duvara nakşedilen Ciwan Haco, Kazancı Bedih, tüm güzelliğiyle Ayşeşan, Neşet Ertaş ve baş köşede bir dönem tüm Diyarbakırlıları Cınocu ve Yılocu olarak ikiye bölen Çirkin Kral Yılmaz Güney sizi karşılar. Eskilerden devredilen tek eleman meyhanenin emektarı Ramazan abê. 19 yıldır orada, 19 yıldır garson ve 19 yıldır cep telefonunu kemerine takıyor, arka cebinde hâlâ ve ısrarla tarak taşıyan bir güzel adam. İyi bir poker oyuncusu gibi yüz ifadesinden hiçbir duygusunu belli etmeyen Ramazan abê, size oturacağınız masayı gösterir. Kiminle ne konuşmayacağını çok iyi bildiği gibi kiminle konuşmayacağını da iyi bilir. Acemi bir ustalıkla işini yapar, serinkanlılıkla.
Meyhanede açık olan TV’de TRT Müzik kanalında Mustafa Keser’in elinde mendiliyle çeşitli hareketler yaparak şarkı söylediği gözükür ama sesi kısıktır. Bu durum meyhanenin resmi görüşüdür bir bakıma. Görüntüsü mevcut olsa da Benûsen kendi sesiyle, kendi şarkılarıyla, kendi bildiğini okur. İlerleyen saatlere ve gelen kişilere göre değişen nağmeleri vardır.
Duvarlarında meyhaneye vaktiyle gelenlerin çektirdiği eski fotoğrafların –ki Orhan Pamuk’tan Migirdiç Margosyan’a, İlhan Berk’ten Haydar Ergülen’e, Şeyhmus Diken’den Hicri İzgören’e ve Arjen Arî’ye birçok kalem erbabının fotoğrafı vardır, bunların yanı sıra hep aynı anda kalan çeşitli saatleri mevcuttur bir de. Zaman durmuştur Benûsen’de. Sonra aynalar… Varlığını unutmamanın, kendini görebilmenin, içine bakmanın simgesidir adeta.
Önceleri kadınların temkinli yaklaştığı ama sonradan kadın kadına gelinip rahatlıkla zaman geçirilebilen bir mekâna dönüştü Benûsen. Diyarbakır’a yolu düşen herkesin uğradığı bir buluşma alanı olan Benûsen Meyhanesi sadece içki içilen bir mekândan ziyade psikolojik ve toplumsal ruh hallerinin çözüldüğü bir psikiyatri merkezi haline geldi. Çilingir masasının çözülme yeri olduğu anlamına gelen tanımı burada can bulur.
Yalnızca hüzünlü anların değil, akrabaların eğleniyor gibi yaptığı yüksek volümlü düğün törenlerinin ardından gelin damat adaylarının dünya evine girmeden önce geldikleri yerdir Benûsen. Kalabalık masaların yanı sıra tek başına gelip efendice içkisini yudumlayan “başı kalabalık” adamların da yeridir aynı zamanda ve bu adamlar için “Akşam erken iner meyhanaya” Kendine geldikten sonra meyhaneye gelenlerin yeridir Benûsen.
İçtikten sonra her türlü ‘dava’ konuşulur Amed’de. Yâr da siyaset de davadır onlar için. Aşka düşenlerin, “davasına” açılamayanların, yârdan ayrı düşenlerin yeridir. “Abê bir kadın vardı diye başlayarak ilk yudumu alan adama sabahlar olmaz artık.” “Kalbimden ismin geçti, kimseler duymadı”, “Kuş dili bilmez idim, o yâr beni bülbül eyledi”, “İnsan istiyor sevdiğini ciğerine koysun”, “Şarkı kötü, okuyan kötü ama akıldaki güzel”, “Olsan cennetin sıratı, geçmem seni bundan sonra”
Ve dar alanda kısa evliliklerin yapıldığı coğrafyadaki insanların geldiği yerdir. “Yabancın değilem, pismamê te me (amcanın oğluyum) “Benim akıllı telefonum yok, beni de amcamın kızı sevdi”. Ve evliliklerinden mutsuz olanların da mekanıdır. “Dedim: Evlilik nasıl gidiyor? Dedi: İyidir, xoştur ama hiç bitmiyor”. “Dedim: Abê sen niye evlenmedin? Dedi: Teslim ol çağrılarına ateşle karşılık verdim”
Sancılı ilişkiler yaşayanların yeridir, ne kopabilir sevgiliden ne de kalabilir. “Dedim: Siz sevgili oldunuz? Dedi: Yok, biz birbirimize belamızı sürmüşüz”,
Ve dile getirilemeyen kalp ağrılarının imdadına şarkı sözleri yetişir. “Deli gönül feryad etme boşuna. Hâl bilmez kişiye yar olamazsın”
Aşka tövbe edenler de buradadır: “Dedim: Sevgilin var mı? Dedi: Ben saatten başka bir şey takamıyorum koluma”, “En son kirpiğini saydığım birine Benûsen’de kaldırdım kadehimi. Ne içtim başka mekanda ne de unuttum saydığımı.” “Abê diyor: Benim aşk yaram hep 20 yaşındadır”
Tuvalete gitme bahanesiyle masanın hesabını ödeyenlerin ve içki adabından yola çıkarak hayata dair çözümlemelerin yapıldığı platformdur aynı zamanda: “Abê bozuk parasını bile cüzdanına koyan insandan her şey beklenir”, “Amed sarraflar şehridir: Hileyi tanır, dezgeye gelmez”, “Sen git, senin kurnazın gelsin”.
50’li yaşlarda eski müdavim şehir çocuklarını da ağırlar Benûsen. Masadan biri tuvalet için kalktığında diğerleri hafiften doğrulur. Tuvaletten dönen kişiye “Merhaba” denilir. Bu hareket “masadaki eksikliğinin farkındayız ve yeniden aramıza döndüğün için mutluyuz” anlamını taşır.
Esaslı şehir çocuklarının muhabbetinde belirli kriterler vardır; olaylar tarih, kişi soy isimleri ile belirtilir: “Sene 84, ben, Zeki Erdem, Yusuf Kara”
Her türlü psikolojik sorunun tartışıldığı ve psikologlara taş çıkartan analizlerin yapıldığı mekândır. Rakı bağımlılığında koşullu uyaranlar üçlüsü bulunmuştur çoktan:
Neşed Ertaş,
Sümeyra Çakır,
Şivan Perwer...
“Adamlar rakı yapmış, siz hâlâ psikiyatri diyorsunuz,” diyene de rastlarsınız, “Duygu durumumuz yoktur,” diyene de ve sonra rakısına gömülen bir ses: “Şifre doğru, hayat yanlış”
Her şeyin geçici olduğu anlaşılmıştır: “Buna dünya derler hepsi geçer. Hangi günü gördün akşam olmamış”, “İnsan ya ömrünü tercih eder ya da öyküsünü. Öyküsü olmayan adamın telaşı da yoktur” “İnsanın en tehlikeli olduğu an kendine günahının geldiği andır”, “İnsan ne yaşamışsa odur”
Kürtlerin ezeli muhabbetleri döner masada: “En güzel yeri askeriye almış”, “Doğduğumuzdan beri deplasman hayatı yaşıyoruz”, ve “Kürdün nokta ile problemi: paşaport, iskence”, “Zırar zarardan daha zırardır”, “Abê uçağın 100 lirası fazla olsun fark etmez. Hem ben o farkı yolda yiyiyem. Yaw rehettir işte ha 2 saatte ordasan”, ”Abê İstanbul’a gittin mi paran olacak, öbür türlüsü zulümdür”, “Ulan felek qahpe misin değil misin bilmem ama benden yana değilsin” Amed’in huzura ermesi için Güneş’le müzakere masasına oturmak gerek. Sıcaklar öldürdi bizi”
Bir de nezleli sesin güzelliğiyle konuşan Efendi Amca’dan dökülen nüktedan kelimeler: “Kuyuma yakıştıramadığım taşlarım var ve Diyarbakır bir gün iyileşecek.” “Ben kendi nazarımda böyle görüyorum dedi Efendi Amca: Bu dünya kör bir pencere” “Ben şöyle içerim, böyle içerim diyen Tabiat Apo’ya bize şehriye kesme dedi Efendi Amca” “Mutlu evliklerin bütün sırrı budur dedi Efendi Amca: Anlamış gibi yap” “Efendi Amca eski yazıyı, bir de yeni rakıyı iyi bilirdi”
Ve elbette Efraim’i unutmak olmaz. Diyarbakır literatüründe blöf anlamına gelen “prêze” yapanlara ayar verilir. Efraim’in deyimiyle “Sen ‘dayê dinya xayinê’ kuşağı çocuğisan. Nedir bu fuck the system prêzeleri”
“Efraim diyor: Önce engelledim görmemek için. Şimdi kendimi engelleyemiyorum bakmamak için” “Efraim geldi: Cahille sohbeti kesmiş. Herkese selamı var”, “Efraim diyor: Ben Atilla İlhan değilim, sen bana mecbursun”
“Kızlara göğe bakalım diye diye ayağının girmediği çukur kalmadı”, “Efraim diyor: Bende gizli kalp var. Aynı anda birden çok sevebiliyorum”
Ve Kürtlerin gündelik yaşamına ilişkin ironik tespitler: “Kürtler ayakkabı aldığında ayna karşısına geçip iki halay figürü yapıyor ona göre tamamdır diyor”, “Bu daha benim yavaşımdır, beni çepikte gör”, “Sevdiğinin belirtisidir: Hele git o elbiseyi giy, gel bi bakayım sahan”, “Anaların olduğu yerde zula olmaz”, “Anamın derdi: Perdeler sararıyor perdeler. Anamın isteği: Hele kalk o perdeleri as”
Amed’de en çok kullanılan kelime ‘edemiyem’dir. Edemiyem’in Türkçe’de karşılığı “üşenme, takati olmama” olduğu söylense de aslında tam karşılığı yoktur. Edememek bir Amedli halidir. “Ben seni görmeden edemiyem ki”
Ankara’da yaşanan gündelik siyasetin ilk sirayet ettiği yerdir Diyarbakır. Tatlı tezgahı olan esnaftan, ayakkabı boyayan çocuğa, üniversite öğrencisinden ev kadınına her kesimin politize olduğu bir kenttir burası. Dolayısıyla bu politik ortam meyhanede de devam eder. Rakının verdiği yetkiye dayanarak, “Bir de içip öyle karar verelim” denilir. “Dünyayı kafası güzeller kurtaracak. İlk kadehi kaldırınca başlayacak her şey”.
“Ankara’nın kravatını sıktığı kadar, Amed’in gömlek düğmeleri açılacaktır” “Coğrafya mecburiyettir de: Her Kürdün rehberinde bir avukat numarası vardır.” “Kürd ölür, sen zulmedeni hatırla..”, “Kürtlerin temennisidir: Umarım bir gün bireysel sorunlarımıza içeriz”, “Kafamızı hep bir numara fazla güzel ettik. Seneye de yaşayalım diye”.
“En çok çağrışımlarda ayrışıyoruz: Bodrum sizin için tatil beldesi, bize vahşettir”, “Dedim: sen bayağı politiksin. Dedi: Yok abê bizde genetiktir”, “Size bölge olan bize ülkedir”, “Komşusu tokken aç yatan bizdendir”, “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur” Özcesi Benûsen bir Diyarbakır hâlidir..
Kafası ayıkken, Akın’dan Cem Adrian’ı çalmasını isteyen kravatlı adamların gecenin sonunda gömlek düğmelerini açmış, “Agir ketîye dilêmin” şarkısını söyledikleri yerdir. “Dedi: Abê sen bu şarkılarla bizi öldürdün. Dedim: Sen buraya neye geldin ki?”. Işıklarının ilerleyen saatlere göre kısıldığı mekânda bir süre sonra müdavimler kendi şarkılarını söylemeye başlar. “Kendim ettim, kendim buldum, gül gibi sarardım soldum eyvah”. Kafalar istediği kadar xoş olsun, şarkı söyleyenlere saygıda kusur edilmez. Şarkı bittiğinde alkışlar da efendicedir.
Ezcümle demektense meyhanede olduğu gibi yazıyı da şu şarkıyla kapatalım. Seid El Kurdi’den “Kassem Miro” ,tüm Benûsen sevdalılarına gelsin. (BD/HK)
Not: Tırnak içindeki cümleler, benusen meyhanesi twitter hesabından alıntılanmıştır.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki...
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki iş akdi askıya alındı. bianet, Kültür Servisi ve Gazete TAZ’da yazıyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.