Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davada verdiği kararın gerekçesi bugün Resmi Gazete’de yayımlandı. Medya tarafından “hacimli” olarak nitelendirilen (metin ‘word’ dosyasına aktarıldığında 580 sayfaya karşılık gelmektedir; punto ve sayfa aralıklarına göre bazı farklılıklar olabilir) kararın, karşı oy değerlendirmeleri şimdilik dışarıda bırakılarak ve genel okuyucunun anlayabileceği bir dille özetlenmesi faydalı –hatta 400 sayfalık kitapların bile günümüz koşullarında artık pek okunmadığı düşünüldüğünde, gerekli– gözükmektedir.
Kararın anatomisi
Öncelikle, karara ilişkin bazı teknik özelliklerden başlayalım. Hemen belirtmek gerekir ki, kararın kendisinin uzunluğu, gerekçe kısmının şaşırtıcı kısalığının gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır. Bir yargı kararının "asıl" gerekçesi, davacı ve davalı tarafların görüşleriyle karşı oylar çıkarıldığında geriye kalan kısımdır ve Mahkeme’nin görüşü de esasen bu kısımdan ibarettir.
Söz konusu kararın gerekçesine bakıldığındaysa, bu kısmın 580 sayfalık metinde sadece yedi sayfa tuttuğu göze çarpmaktadır! ("kapatma isteminin değerlendirilmesi" başlığından "sonuç" başlığına kadarki kısım: sf. 555-562.) Yani, kararın gerekçesi kararın sadece 1/82’sini oluşturmaktadır! Diğer bir deyişle, Mahkeme, kararında esasen tarafları konuşturmuştur (555. sayfaya kadar davacı ve davalıyı dinliyoruz).
Bunun hiç kuşkusuz çok önemli bir anlamı vardır: Mahkeme, böylesine hassas bir kararda davanın ağırlığı altında ezilmemeye, bir anlamda "çekişmeye müdahil olmamaya" çalışmıştır. Bu noktayı, Haşim Kılıç’ın kararı açıklarken dile getirdiği “bu gibi meselelerin Mahkeme önüne getirilmesindense siyasal mekanizma ve uzlaşmalarla, siyasal oyunun kurallarıyla çözülmesi gerektiği” yönündeki ifadelerle birlikte düşündüğümüzde, bu durum daha da anlamlı hale gelecektir.
Özetle, kararın anatomisine bakıldığında, Mahkeme’nin kararı alırken fazlasıyla zorlandığını (hem yargının bu konuda belli bir taraf olmaya siyaseten "zorlanması", hem de karar sürecinin zorlu geçmesi anlamında) düşünmek mümkün gözükmektedir.
İçerik yönünden değerlendirme: Ön hatırlatmalar
İçeriğe bakıldığında ise, Mahkeme’nin özetle üç aşamalı bir değerlendirme yaptığı görülmektedir. Bu aşamaların ilki, Mahkeme’nin siyasi partilere bir anlamda "ön hatırlatmaları/uyarıları" olarak düşünülebilir. Mahkeme’ye göre, özetle: “Asli kurucu iktidar-tali kurucu iktidar ayrımı unutulmamalıdır. Bir siyasi parti asli kurucu iktidar gibi davranamaz; tüzük, program ve eylemleri anayasa hükümleriyle sınırlıdır. Siyasi partilerin bu ilkeyi göz ardı etmemeleri gerekir.”
Diğer bir deyişle, Mahkeme’ye göre, “Bir siyasi parti tüzük, program ve eylemlerinde hiçbir kurala bağlı kalmadan, ortada hiçbir anayasal hüküm yokmuş ve yepyeni bir hukuk düzeni oluşturuyormuş gibi davranamaz”. Dolayısıyla, Mahkeme’ye göre, bir anlamda, “mevcut anayasal düzenin ‘değişmez temel ilkeleri’, hukuksal yollarla değiştirilemezler” (bunları hukuka bağlı kalmadan değiştirmek ve bunun toplum tarafından onaylanması ise asli kurucu iktidar yetkisini kullanmak demektir ve bu durum zaten hukukun alanına girmez).
İçerik yönünden değerlendirme: Kapatılma şartları
Yukarıda söylenenler bağlamında, Mahkeme, gerekçesinin ikinci aşamasında asli kurucu iktidarın iradesine (anayasaya) aykırı düşen siyasi partilerin hangi durumlarda kapatılabileceklerini belirtmektedir. Buna göre, Mahkeme’nin ifadesiyle
“[partinin] tüzük ve programlarındaki söylemleri[nin] ya da eylemlerinin, ancak Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere temel esasları itibariyle aykırı olması, bu ilkeleri ortadan kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda siyasi partilerin kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir.” Dolayısıyla, “siyasi partilerin salt düşünce açıklamaları ile siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasayla bağdaşmaz. Zira özgürlükçü demokratik bir siyasal düzen öngören Anayasamız, olası hukuksal düzenleme ve idari işlemlerin yargısal denetiminin koşullarını ve kurumlarını yaratmak suretiyle, hukuksal yollardan kaynaklanabilecek tehditleri engellemiştir.”
Bu son cümle ayrıca önem taşımaktadır; zira bireysel sorumluluk ile parti sorumluluğu arasında ayrım yapmayı mümkün kılmakta ve bir anlamda parti kapatmayı zorlaştırmaktadır. Böylece Mahkeme, bireysel eylemlerin ya da yasal ve idari işlemlerin anayasa aykırı olması halinde bunların zaten yargı tarafından denetleneceğini belirtmekte; bir partinin, ancak yukarıda alıntılanan hallerde kapatılabileceğini kabul etmiş olmaktadır (şu halde, bu hususların DTP davasında da Mahkeme tarafından dikkate alınması gerektiği söylenebilir).
İçerik yönünden değerlendirme: İlkelerin AKP’ye uygulanması
Nihayet, Mahkeme üçüncü aşamada yukarıda değinilen hususları AKP’ye uygulamıştır. Burada dikkati çeken nokta, Mahkeme’nin meseleyi bir bütün olarak ele aldığı ve sadece dava konusu olaylara bakarak bir sonuca varmadığıdır.
Buna göre, yine özetle: “AKP’nin (dinsel içerik taşıyanlar da dahil olmak üzere) bazı toplumsal talepleri dikkate alması normal karşılanmalıdır; ancak, bu, AKP’nin söz konusu taleplere ilişkin siyasal mücadelesini Anayasa’daki laiklik anlayışına uygun bir şekilde yürüttüğü anlamına gelmez.”
Mahkeme’nin kendi ifadesiyle
"Bu sorunlar toplumda ayrışma ve gerginliklere yol açacak düzeyde siyasetin temel sorunu haline dönüştürülmüş, toplumun dinsel konulardaki duyarlılıkları yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmış, toplumun temel ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının siyasetin gündeminde yer alması güçleşmiştir."
Bu bağlamda, Mahkeme’ye göre Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik de dahil olmak üzere bazı AKP’lilerin anayasal ilkelere aykırı davranışları ve dahası başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliği dikkate alındığında, "davalı partinin bu eylemleri benimsediği anlaşıldığından odaklaşmanın kabulü gerekir."
Burada, elbette, Mahkeme’nin parlamentonun çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bir anayasa değişikliğini "odak olma"nın gerekçelerinden biri olarak değerlendirmesi eleştirilmelidir; zira bu tür bir değerlendirme ileride başka anayasa değişikliklerinin yapılmasını önleyebilecek ve "hukuksal çözüm yollarını" önemli ölçüde tıkayabilecektir.
Sonuç: AKP nasıl kurtuldu ?
Öyle ise, AKP nasıl kurtuldu? Bu sorunun yanıtı, yazının başında değindiğim anatomide saklı. Gerçekten de, Mahkeme’nin AKP’yi suçlu bulurken hafifletici nedenleri de sayarak onu sanki "kapanmaktan kurtarmaya çalıştığı" görülmektedir:
“Bu eylemlerle birlikte, iktidarda olan davalı partinin iç ve dış politikaya, yasama ve yürütme erkinin kullanımına ilişkin tüm icraatları kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. (…) 2007 seçimlerinde davalı parti seçmenlerin yarıya yakınının oyunu aldığına göre, halkın isnat edilen eylemler ile partinin bütün icraatlarını birlikte değerlendirerek davalı partiye onay verdiği görülmekte; buna dayalı olarak demokratik ulusal iradenin yasama ve yürütme görev ve sorumluluğunun davalı parti tarafından yürütülmesi yönünde somutlaştığı anlaşılmaktadır.”
Bu ifadeden hemen sonra uzun bir paragraf boyunca AKP döneminde AB ve insan hakları yolunda atılan adımlar ayrıntılı olarak sayılmakta ve “[bunlar] dikkate alındığında, davalı partinin sahip olduğu iktidar gücünü ülkenin çağdaş batı demokrasiler standardına kavuşması yönünde kullandığı açıktır” denildikten sonra sonuç şöyle bağlanmaktadır:
“Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması amacını taşıyan (…) Kanun’un laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle iptal edilmesinin ardından davalı parti seçmen kitlesini eyleme ve şiddet hareketlerine teşvik etme gibi, üstlendiği iktidar gücünü bu yönde kullandığına ilişkin delile de rastlanılamamıştır. (…) Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılığı saptanan eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşan sarsıcı tepkiler yaratma gücünde olması, ulus devletin yaşamsal sorunlarında çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik yaratması, sınıfsal veya ideolojik tercihlerin öncelik kazandığı bir kamu hizmeti anlayışını somutlaştırması, toplumda anayasal güvencesizlik yaratması, toplum ve bireylerin kamu hizmeti veya özgürlük talepleri karşısında kaygı verici bir öncelik kazanması, eylemlerin şiddet veya şiddet çağrısı içermese de, tahrik, dayatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması, demokratik toplum düzeninin yaşamsal unsuru ve siyasi partilerin varlık, faaliyet alanını oluşturan düşünceyi açıklama, yayma ve iletme özgürlüğünün anayasal çerçevesi içinde kalıp kalmadığı ve nihayet odaklaşmaya yol açan eylemlerin davalı partinin bütününü ve temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmamasının yaptırımın türünü belirleyeceği açıktır. (…) Evrensel değerlerle bağdaşmayan, toplumsal barışın temel kaidelerini zedeleyecek bir tehlike ortaya koymayan, hukuk devletine olan inancı ortadan kaldırmaya yönelik ve sosyal ve siyasal karışıklıkları amaçladığı yönünde bir belirlilik de göstermeyen, şiddet çağrısından uzak olduğu değerlendirilen bu eylemler, davalı partinin çağdaşlaşma ve demokratikleşme yönündeki icraatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı saptanan söz konusu eylemlerin ağırlığı yönünden davalı partinin (…) son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.”
Öte yandan, altını çizdiğimiz ifadeler bağlamında Mahkeme’nin DTP’ye bakışının DTP davasının sonucunu belirleyeceği söylenebilir.
Özetin özeti: kararın gerekçesine bakıldığında çıkarılabilecek en temel sonuç, Mahkeme nezdinde, AKP’nin, AB ve sınırlı da olsa insan hakları yolunda atılan olumlu adımlar sayesinde kurtulduğudur. Öyleyse, davanın bütün tarafları bakımından, ne trajikomiktir ki, “durmak yok, yola devam” (mıdır)?!
* Ertuğrul Cenk Gürcan, Ankara Üniversitesi, SBF, Anayasa Hukuku Bilim Dalı.