Adalet ve Kalkınma Partisi’nin(AKP) İttihat ve Terakki Partisi ile aşk ve nefret ilişkisi giderek yeni boyutlar kazanmaya başladı. İki birey arasında olsa hastalıklı olarak niteleyebileceğimiz bu durum, iki kurum arasında olunca daha da tehlikeli bir hal alıyor.
AKP’nin İttihatçılara yönelik duyguları ilk bakışta nefret yüklü gibidir. Nitekim yazılarında, konuşmalarında ‘İttihatçı’ kelimesini bir küfür gibi kullanırlar. Hatta son vermeye çalıştıkları dönemi İttihatçılarla başlatanlar da vardır. Fakat İttihat ve Terakki’ye yönelik eleştirilerine bakınca, altı üstü iki konuda öfkelendikleri görülür.
Bunlardan birincisi, İttihatçıların gerçek anlamda son padişah olan Abdülhamit’i devirmeleridir ki bunu asla affedemezler. İkincisi de, Cumhuriyeti kuran kadroların çoğunlukla İttihat ve Terakki kökenli olmasıdır ki bu kan davasına da bir türlü son veremezler.
Bu iki tarih arasındaki dönem için “hataları da yok değildir fakat vatanperver insanlardır” gibi mırıl mırıl bir şeyler söylenir. Acemiliklerinden dem vurulur, Abdülhamit ile işbirliği yapmamalarına hayıflanılır fakat İttihat ve Terakki’ye hiçbir eyleminden dolayı suçlama yöneltilmez. Hatta yaptıkları her şey benimsenir ve savunulur.
Bu biraz şizofrenik bir durum. AKP’nin, bütün nefret söylemine karşın, İttihat ve Terakki’ye çok benzemesi buna yol açmış olabilir. Benzerlikler o kadar çok ki, kısaca sıralanması bile -tarihin tekerrürü gibi saçmalıklara düşmeksizin- AKP’yi daha iyi anlamamıza olanak verebilir.
Hemen kuruluş aşamasında dahi bir benzerlikten söz etmek mümkün. İttihat ve Terakki otuz yıl kadar ısrarlı fakat başarısız bir siyasal mücadele yürüten yaşlı partililerin yerine geçen genç ekip tarafından iki yıl içinde fiilen iktidara taşınmıştı. AKP de Erbakan ve arkadaşlarını tasfiye eden genç ekip tarafından kuruldu ve yaklaşık bir yılda iktidar oldu. Önceki yönetimlerin zayıflığından sonra elde edilen hızlı başarılar aşırı bir özgüvene yol açmış olabilir.
İttihatçılar kendileri dışındaki kesimler tarafından da sempati ile karşılanmış, genel olarak umutlu bir hava estirmişlerdi. İstibdattan şikayetçi olan irili ufaklı grupların ve imparatorluktan ayrılma tartışmalarına başlamış etnik azınlıkların da desteğini aldılar. AKP de liberallere, bazı Kürtler ve Aleviler ile çeşitli muhalif gruplara umut verdi.
İttihatçılar hem ülkedeki çeşitli grupların hem de Avrupa ülkelerinin talep ettiği reformları yapmamakta direnen bir devlet yönetimi devraldılar ve anayasayı uygulamak başta olmak üzere reformları yapmaya söz verdiler. AKP iktidara geldiğinde de, Türkiye’deki çeşitli grupların ve Avrupa Birliği’nin talep ettiği reformları yapmaya söz vermişti.
İktidarı gösterişli kavramlarla ilan ederek, kendilerinden önceki yönetimlerle farklılıklarını vurgulamaya özen gösterdiler. İttihatçılar ‘Hürriyet’, AKP’liler de ‘İleri Demokrasi’ ilan etti.
İktidara yerleştikçe her iki örgüt arasındaki benzerlikler de artmaya başladı. Önce eski kadroları tasfiye ettiler. İttihat ve Terakki’de Ahmet Rıza ve bir iki kişi dışında eski ünlü İttihatçıların hemen hepsi dışlandı. AKP’de eskilerin tasfiyesi adım adım ilerledi, şu sıralar tamamlanmak üzere.
İttihat ve Terakki yönetiminin giderek merkezileştiği, hükümet kararlarının bile bütün bakanların katılımıyla değil, bir tür iç kabinede alındığı biliniyor. Öyle ki ülkenin İkinci Dünya Savaşına girişinden bile bakanların haberinin olmadığı söylenir. AKP’de de kararların parti başkanının yakınındaki birkaç bakanın, parti yöneticisinin hatta danışmanın katılımıyla alındığı bilinmeyen bir durum değil.
Parti içinde bu tür yapılanmalar olurken, parti dışındaki kesimleri bastırmaya ve kontrol etmeye yönelik adımlar da atılıyordu. Burada, her iki partinin de yüz yüze geldiği ve atlatmayı başardığı saldırılardan da söz etmek gerekir.
İttihatçılar daha resmi olarak iktidara geçmeden bir darbe ile karşılaştılar. Devrin değiştiğinin, artık eski tip padişahlığa yer kalmadığının farkında olmayan alaylı askerler 31 Mart günü ayaklandılar. Ayaklanma bastırıldı. İttihat ve Terakki bu ayaklanmayı iktidarı boyunca muhalefete baskıların bahanesi olarak kullandı.
AKP iktidarında da, soğuk savaşın sona erdiğinin ve ABD’nin artık darbeleri desteklemediğinin farkında olmayan bazı askerler darbe hesapları yaptılar. Bütün denemeleri bastırıldı. AKP darbe heveslerini iktidarı boyunca muhalefete baskıların bahanesi olarak kullandı.
Muhalefete baskılar esas itibarıyla benzer olmakla birlikte, teknolojik gelişmelerden kaynaklanan farklılıkları da içeriyor. Örneğin İttihatçılar gazetelere sansür koyar veya tamamen kapatırlardı. AKP bununla yetinemiyor, ister istemez TV kanallarını, yayın platformlarını, internet sitelerini de kapatmak zorunda kalıyor.
Sadece yayın yasakları değil, İttihat ve Terakki döneminde gazeteciler başta olmak üzere, muhalefete yönelik çok sayıda siyasi cinayet de işlendi. Çoğunun faili bulunamadı. AKP döneminde de çok sayıda siyasi cinayet işlendi ve çoğunun faili hala meçhul.
İttihatçılar düzenli olarak seçim yaptılar fakat bu seçimlerin çoğu insanlara güven vermedi. Seçimlerde yaygın olarak hile ve baskı yapıldığına inanıldı. Özellikle 1912 seçimi ‘sopalı seçim’ adıyla tarihe geçti. AKP döneminde de seçim hilesi söylentileri çok yaygındı ama asıl olarak medyada iktidar ve muhalefetin yer aldığı süreler arasındaki orantısızlık, miting, gösteri yasakları, göstericilere yönelik polis şiddeti her seçimde yinelendi.
İttihatçılar sadece siyasi yaşamda değil hayatın her alanında tek egemen olma çabasındaydılar. Bunun ekonomideki yansıması ‘milli iktisat’ siyasetinde görülür. Esas olarak devlet eliyle burjuva yetiştirme politikalarının başlangıcı olan milli iktisat sürecinde, sermaye bir yandan Gayrimüslimlerden Müslümanlara aktarılırken, bir yandan da İttihatçı burjuvazi oluşturuluyordu. İaşe Nazırı Kara Kemal esnafı örgütleyerek milli burjuva yetiştirmeye çalışıyordu. AKP de iktidarı süresince açıkça burjuvazinin farklı kesimleri arasında tercihler yaptı. Kamu ihaleleri, özelleştirmeler gibi yollarla kendi burjuvazisini büyütmeye çalıştı.
Tabii iş çevreleriyle bu kadar içli dışlı politika oluşturma faaliyetlerine girince, yolsuzlukların önünün alınması pek mümkün olmuyordu. İttihatçıların rüşvetçileri, savaş zenginleri, karaborsacıları, vagon ticaretleri döneme ilişkin pek çok romana konu olmuştur. AKP’nin, partiye yakın çevrelerin bile diline düşen yolsuzlukları, imar tadilatları, kupon arazileri, 17-25 Aralık soruşturmaları henüz romanlarda, filmlerde işlenmedi.
İttihat ve Terakki bütün benliğiyle iktidara odaklanmış bir partiydi. Devleti ele geçirmişlerdi ve asla bırakmaya niyetleri yoktu. Bunun için her türlü ittifakı yaptılar ve yaptıkları bütün ittifakları bozdular. İktidarlarının başlangıcında Ermeni örgütleriyle ittifak yaptılar, sonuna doğru görülmemiş bir şiddetle ipleri kopardılar. AKP’liler de liberallerden Fethullahçılara kadar herkesle ittifak kurup, hepsiyle bozdular. Kürt siyasal hareketiyle bir süre görüşmeler sürdürdükten sonra keskin bir düşmanlaşmaya yöneldiler.
İttihatçılar iktidarlarını güçlendirmek, kendi dışındaki nüfus gruplarından destek almak için her şeyi kullanmaya hazırdı. Önce İslamcılığı kullanmayı denediler. Cihat ilan ederek dünya Müslümanlarının desteğini kazanmaya çalıştılar ama Hint Müslümanları dışında kimseyi etkileyemediler. AKP de Osmanlı adının sempatik bir yanı olduğunu sanarak, İslam ülkelerine liderlik yapma hevesine kapıldı. Arap ülkelerinde Osmanlı’nın tam tersine, itici bir etkisi olduğunu şaşırarak öğrendiler.
İttihatçıların Türkçü tarafları zaten vardı. Türkçülüğü kullanarak savaş sırasında Azerbaycan’a, Orta Asya’ya ulaşmaya çalıştılar, tam bir fiyasko oldu. Geriye sadece “Göktürkler, Hunlar, Peçenekler” diye ilgisiz sözler yazdırdıkları çakma mehter marşları kaldı. AKP de Kürtlerle bozuştuktan sonra Türklüğünü iyice öne çıkarmaya uğraştı ama bu da, 16 Türk devletinin 16 muhafızı gibi, karikatür düzeyinde kaldı.
Aslında bu her şeye el atan, fırsat kollayan, tutarlılık kaygısı taşımayan ‘uyanık’ tavır bir düşünsel sığlığı işaret ediyor. İttihat ve Terakki’nin görece nitelikli kurucu kadrolarının ve Tevfik Fikret gibi nitelikli sempatizanlarının zamanla partiden uzak durmaya başladıkları biliniyor. Parti yönetiminde bilgisi, kültürü, dirayeti ve nitelikleriyle öne çıkmış kişilerin bulunduğu pek söylenemez. Sonuçta Talat gece yarısı kafayı çekip sokaklarda nara attığı için karakola çekilen bir bıçkın, Enver de Napolyon’a benzetilmekten hoşlanan, elini paltosundan içeri sokarak fotoğrafçılara poz veren bir megaloman. AKP’de de liberaller ve Fethullahçılar ayrıldıktan sonra okuma yazma ile arası iyi birilerini bulmanın zorlaştığı söylenir. İttihatçı liderlerin kimi andırdığını söylemeyi sayın muhbir vatandaşlara bırakalım.
Bütün bunların savaş, fetih gibi kavramların yüceltilmesine yol açmasında şaşacak bir şey yok. Nitekim İttihatçılar en büyük zırhlı gemilerine, AKP’liler de yeni köprülerine aynı adı, savaşçılığıyla öne çıkan padişahın adını vermekte birleşiyorlar. Yavuz savaşçılar olmak istiyorlar. Tehlikeliler.
İttihatçılar Birinci Dünya Savaşının saldırgan tarafında yer alarak, günün birinde bir komşu ülkenin, Rusya’nın sahil kentlerini bombaladılar. Dönemin büyük güçlerinden Almanya’nın desteğini almışlardı. Osmanlının haşmetli günlerine dönmek istiyorlardı.
AKP iktidarı da başka bir komşu ülkeyle, Suriye ile çok uğraşıyor. Silahlar gidiyor, militanlar geliyor, kamplar açılıyor, ittifaklar kuruluyor, asker sokacak alanlar saptanıyor, büyük güçler ikna edilmeye çalışılıyor, epey bir süredir ‘ha girdik ha gireceğiz’ hali sürüp gidiyor. Onlar da Osmanlı’nın haşmetli günlerine dönmek istiyorlar ama kolay bir karar değil tabii. Hani, geçen sefer Almanlar yenildi diye biz de yenilmiş sayılmıştık ya. (BD/NV)