Neyi ölçüt alacağımıza bağlı olarak tersi yorumlar da yapılabilir elbette; ama tarihin kaydettiği en büyük yolsuzluğun ağır gölgesine ve bunu tamamlayan görülmemiş hukuksuzluklara rağmen 30 Mart seçim sonuçları Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için bir zafer değeri taşıyor.
Ancak demokratik meşruiyetin, uluslararası desteklerin, geleceği kontrol olanağının kaybedilmesi pahasına elde edilen, deyim uygunsa yenilmekten farksız bir Pirus zafer bu.
Açık ki hiçbir seçim zaferi, doğrudan hükümeti ve başbakanı kapsayan bu denli ağır yolsuzluk iddiaları ve hukuk ihlallerini örtmeye yetmez.
Üstelik yaratılmaya çalışılan illüzyonun aksine, burjuva demokrasisinin de sadece seçim kazanmaya indirgenemeyeceği bir dünyada yaşıyoruz. Nitekim AKP’nin bu zaferi, öncekilerin aksine NATO ve Avrupa Birliği (AB) müttefiklerinin hiçbiri tarafından kutlanmadı.
Ankara’dan Ceylanpınar’a bir dizi şaibeyle şekillenen ve Batı’dan sadece kaygı açıklamalarının ulaştığı bu gerçeklikte AKP, rakiplerine üstünlük sağlamış ama iflah olmaz bir şekilde yaralanmış bir savaşçıyı andırıyor.
Öyle ki kendi seçmenlerinin yarısı da dâhil toplumun yüzde 70’ini aşkın kesimi*, onun bu yolsuzluğun içinde olduğuna inanıyor.
Hakimler ve Savcıular Yüksek Kurulu (HSYK) Yasası, basın, sermaye ve yargı üzerinde kurulan yasadışı kontrol, Twitter, YouTube yasakları, başkaları için kullandığı takibat yöntemlerinin kendisine yöneldiğinde “darbe” diye engellenmesi şeklinde uzayan liste meşruiyet sorununu daha da derinleştirdi.
Bu ortamda dış ticaret açığını finanse edebilmenin, dolayısıyla büyümeyi sürdürebilme koşullarının ağır risk altına girdiği bir seçim sonrasına girilmiş bulunmaktadır. “Suriye savaşı” bile bu koşullarda, yeni-Osmanlıcılık hayallerini gerçekleştirmek aracından çıkıp, iç siyasetin kontrolü için kullanılabilecek bir macera seçeneğidir artık.
Özetle tüm aleyhte koşullara karşın kazanılmış, ama AKP’ye meşruiyet ve hareket esnekliği kazandırmamış bir seçim zaferi sözkonusudur; ki bunlara, sokağın her vesileyle tutuşma dinamiği ve Kürt Hareketinin artık oyalama kabul etmeyeceği basıncı da tuz biber olmaktadır.
***
Bütün bunların bilinciyledir ki Başbakan Erdoğan, bu kez zaferini, öncekiler gibi memleketi kucaklayan, yol temizliği yapan bir “Balkon konuşması” ile taçlandıramayacaktı. Partisinin balkonuna çıkarak konuştu gerçi ama, bu kez yaptığı şey, bir kısım yol arkadaşının alenen talep ettiği bir “Balkon konuşmasından” temel ayrımla, seçim öncesi dilini balkondan da yinelemekten ibaret olacaktı.
Onu dinleyenler, kazanmış olmanın rahatlığıyla toplumun bütününü kucaklayacağını söyleyen, Batılı müttefikleri nezdinde güven tazelemeye çalışan, demokratik meşruiyet çizgisine geri dönme sözü veren bir başbakanla karşılaşmayacaktı; aksine tehdit eden, iktidarını demokratik meşruiyet arayışıyla değil güç gösterisiyle sürdürme kararlılığını yineleyen bir başbakan sözkonusuydu.
Özetle bu yüzde 45’lik seçim zaferine rağmen, yüzde 35 oy aldığı 2002 seçimi gibi meşruiyet elde edemediğini gören, kendini güvende hissetmeyen, bundan dolayı çıktığı balkondan gerilimi düşürmeye yönelemeyen, aksine öfkesini ve din eksenli saflaştırmayı toplumun kontrolü için derinleştirerek sürdüren bir siyaset çizgisiyle karşı karşıyaydık.
Kuşkusuz bu çizgi ilanihaye sürdürürlebilir değil. Hükümette kalmayı sağlayabilecek bir oy oranını garantileme hedefi için herşeyi göze alan bu çizginin, sadece ülkeyi, birlikte yaşamı, ekonomiyi, uluslararası dengeleri tahrip etmekle yetinmeyip aynı zamanda sözkonusu oy garantisini de giderek ortadan kaldırması kaçınılmaz.
***
Her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak için izlenen bu meşruiyet dışı gözü karalığın bizzat Hükümet açısından bile rasyonalitesinin sınırına gelinmiş görünüyor.
İşte tam da bu nedenle Hükümetin, eğer gerçekten de iflah olmaz bir hırs ve öfkeyle belirlenmiyorsa, önümüzdeki günlerde, şu ana kadar yaptıklarından farklı adımlar atması olasılık dışı değil.
Bu noktada Abdullah Öcalan ile görüşme sürecinin de, Kürt hareketini ezmeye yönelik bütün savaş, tutuklama, psikolojik harp yöntemlerinin sınırsızca kullanılması, ama bunların işlevsizleşip ters tepmeye başlaması sonrasında başladığı anımsansın!
Bununla birlikte demokratikleşme, muktedirin kendi çıkarları eksenli rasyonalitesine terkedilemeyeceğine göre, siyasetin, iyimserliği aşan açılımlar üretmesi zorunlu.
Açık ki bu denli gözü kara bir iktidar tutkusu ve tekelleşmesinin, burjuva bir demokrasi ile değişimi için bile başka güçlerce dengelenmesi zorunlu.
Esasen Cemaat üzerinden yürümekte olan savaş da, iç dinamikleri yanında, uluslararası güç odaklarının Hükümeti dengeleme çabası olarak belirginleşiyor.
Memleketin gerçek gereksinimi ise, burjuva demokrasisini de aşan çoğulcu ve sosyal nitelikli bir radikal demokrasidir; bu ise, düzeni aşan bir program ve güçlerin toplumsallaşmasını gerektiriyor.
Bu seçim süreci, demokratikleşmenin, giderek radikal bir demokrasinin Türkiye için ne denli zorunlu olduğunu birkez daha ve çok daha belirgin bir şekilde gösterdi.
Tabii tarih, zorunlu ama ne yazık ki başarılamayan deneyler çöplüğü aynı zamanda.
Zorunlu olanın mümkün kılınması ise, sanıyorum çuvaldızı, bugüne kadarkinden daha cesur bir şekilde kendimize batırmamızı gerektiriyor ki bir sonraki yazımda bunu yapmaya çalışacağım. (EA/BA)
* MetroPOLL'ün 14-21 Ocak 2014 tarihleri arasında 31 ilde, 1545 kişi ile yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre, halkın yüzde 70,1, 17 Aralık operasyonunda ismi geçen bakanların ve yakınlarının yolsuzluğa karıştıklarına inanırken, inanmayanların oranı yüzde 16,1'de kalıyor. Yine bu araştırmaya göre AKP tabanının yüzde 48,8’i, keza 2011'deki genel seçimlerde AKP'ye oy verenler arasında operasyonları haklı bulanların oranı yüzde 38,9’u da bakanların yolsuzluğa karıştıklarını düşünüyor. İlginçtir, aynı araştırma, buna rağmen yerel seçimde, halkın yüzde 43,2’sinin AKP’ye oy vereceğini söylüyor.