Bir iç koalisyon olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nde (AKP) Milli Görüşçülerle Fetullah Gülen cemaatinin birbirine girerek kapışması, siyaset sahnesini görülmedik biçimde hareketlendirdi ve yaklaşan 30 Mart yerel seçimlerine yerel seçimler olmanın ötesinde anlamlar yükledi. Dolayısıyla 30 Mart’ta sandıktan çıkacak sonuç ve hemen sonrasında bu yılın Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri gelecek yılların nasıl şekilleneceğini, iktidar bloğunun kimlerden oluşacağını göstermesi bakımından da önemli olacak. Dolayısıyla herkes bunun farkında ve geleceği kazanmak için canhıraş bir mücadele sürüyor.
Hemen her gün bu kapışmanın yeni örnekleri gün yüzüne çıkıyor. Bu birbirine girme halinin nedenlerine ilişkin çok fazla analiz ortalıkta dolaşıyor. Bu analizlerin büyük bir kısmının son derece yalın ve çarpıcı olan gerçeklerin üstünü örtmeyi, ortalığı bulandırmayı ve bu çatışmanın nedenlerini kendi bağlamlarından kopararak çatışan tarafların kendi haklılığını kanıtlama çabasına dönüştürdüğüne de tanık oluyoruz.
R.T. Erdoğan’ın en iyi bildiği şeyi, gözbağcılığı ustalıkla kullanarak iktidarını korumak ve olan biteni kendi lehine çevirmek için sürekli hamleler yapıyor olması ise çatışmayı sertleştiriyor.
AKP bir koalisyondu
2000’li yılların hemen başında dünya kapitalist sisteminin içine sürüklendiği kriz, 2001’de Türkiye’de ki rejim kriziyle birleşince DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümetinin sonu olmuştu. Türkiye’de de egemenlerin ideolojik hegemonyası kırılma noktasına gelmiş, bilinen geleneksel partiler, kitleleri devlete bağlayan iletişim kayışları olma özelliklerini büyük ölçüde yitirmişlerdi.
Verili sermaye güçlerine kafa tutan, pastadan kendi paylarını talep eden yeni sermaye güçleri, Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması sonrasında, Milli Görüş’ü daha uysal ve benimsenebilir bir alternatif olarak “ılımlı İslam” adıyla başta ABD olmak üzere kimi AB ülkelerine benimsetmeye ve siyaset sahnesinde AKP adıyla rol almaya soyunmuşlardı bile.
3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimlerinde AKP, kendi içinde kurduğu bir koalisyonla yüzde 35 oy alarak zorda olsa Abdullah Gül önderliğinde 58. hükümeti tek başına kurmayı başarmıştı. 11 yıl boyunca yapılan bütün parlamento ve yerel seçimlerin tek galibi AKP oldu. 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile ilgili referandum sonucunda liberallerin desteğini de arkasına alarak, yüzde 58 gibi bir oya ulaştı. Referandum sonuçlarını kendi siyasi iktidarının onay tabanı olarak değerlendiren AKP liderliği, kendisini TC tarihinin çok partili sürecinde en fazla onay alan siyasi iktidarı olarak gördü.
Mal, mülk, iktidar kavgası
AKP iktidarının ilk yıllarında Cemaatle belli bir mutabakat üzerinden ilişkisini sürdüren Tayyip Erdoğan, özellikle “askeri vesayet” e ve “statüko”ya karşı sürdürdüğü mücadelede cemaatin kadrolaştığı polis ve yargıdaki desteğini sonuna kadar arkasına aldı.
Ergenekon, Balyoz gibi davaların açılması bu koalisyonun en büyük başarıları arasındaydı. Bunu KCK ve Devrimci Karargah davaları izledi. Cemaatin polis, özellikle de polis istihbaratı içindeki kadrolaşmasını iyi bilen İstihbarat daire başkanlığı yapmış bir polis şefi olan Hanefi Avcı’nın “Haliçte yaşayan Simonlar” kitabı bu gerçekliği anlatması bakımından enteresandır. Kendisi de kurgulanmış Devrimci Karargah davasıyla av haline getirildi. Bu arada Ergenekon ve balyoz davaları, AKP iktidarının askerlere “ayar” verilmesi anlamına geldiği gibi, ABD için de bölgedeki çıkarlarını korumada daha da sorunsuz bir TSK anlamına geliyordu.
AKP iktidarı ile Cemaatin ilk bilinen gerilimi devletin verdiği ihalelerde görüldü. 2010 anayasa referandumu öncesinde Cemaatin sözcüsü durumundaki Zaman gazetesinde ihalelerde usulsüzlük yapıldığı birinci sayfadan sıkça dile getirilir oldu. Belli ki, ihalelerde Cemaat artık eskisi kadar gözetilip kollanmıyordu.
12 Haziran 2011 parlamento seçimlerinde AKP listelerinden onlarca Cemaat yandaşı milletvekili adayının Tayyip Erdoğan tarafından listelerden çıkarıldığı da çok konuşulmuştu. Ama esas olarak kavganın başlaması istihbarat alanındaki düzenlemeyle oldu. Genelkurmay, Jandarma Genel Komutanlığı, MİT, Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet başta olmak üzere devletin bütün güvenlik ve istihbarat kurumları arasındaki koordinasyonu güçlendiren ortak bilgi havuzunun oluşturulmasıyla Cemaatin ciddi kadrolaşmasının bulunduğu polis istihbaratı bu havuza bağlandı.
MİT müsteşarlığı görevine Hakan Fidan’ın getirilmesinden sonra, 1 Ocak 2012 tarihi itibariyle Operasyonel Bilgi Paylaşım Sistemi (OBİPAS) adıyla oluşturulan sistem artık MİT ve Genelkurmayın denetimine girdi. Echelon adıyla bilinen, büyük kulak olarak tanımlanan bu dinleme sisteminin ABD tarafından soğuk savaş döneminde 1957 yılında Ankara Gölbaşında kurulduğu ve sonrasında Genelkurmay elektronik sistemler komutanlığına devredildiği biliniyordu.
MİT müsteşarlığına getirilen Hakan Fidan’ın 1999 yılında Bilkent üniversitesinde hazırladığı yüksek lisans tezinin konusu ise, “İstihbarat ve dış politika: İngiliz, Amerikan ve Türk istihbarat sistemlerinin mukayesesi” olduğunu ve bu tezde MİT’in ciddi bir reforma ihtiyaç duyduğunu vurguladığını da hatırlatalım.
Cemaatin istihbarat alanında yapılan bu düzenlemeyle kolu kanadı kırılmış, en önemli etkisizleştirme adımı atılmıştı. Erdoğan’la Cemaat arasındaki gerilim, özel dershane krizine kadar bir dizi krize sahne olacaktı. Aslında AKP hükümetinin girdiği seçimlerde çok yüksek oylar alarak iktidarını pekiştirip sürdürdüğü bu yıllar boyunca ABD’nin doğusundaki Pennsylvania eyaletinde yaşayan Fethullah Gülen, ülkeye dönmesi doğrultusunda yapılan çağrılara yüz vermemiş, dönmek içinde hiçbir girişimde bulunmamıştı. Gülen’in bu tutumunu, bir gün aralarındaki bu işbirliği ve koalisyonun bozulacağı, kavga etmenin kaçınılmaz olacağı öngörüsü ile açıklayabiliriz!
Cumhurbaşkanının görev süresi konusundaki tartışma ve Anayasa Mahkemesi’nin kararı, bu çatışmanın bir başka yüzüydü. Mavi Marmara gemisine Gazze yolculuğu sırasında İsrail askerlerince yapılan operasyon Gülen’le AKP yönetimini zıt noktalara düşürmüştü.
Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları kapsamında 17 Aralık’ta başlayan ve kızışarak devam eden koalisyon ortaklarının arasındaki çatışma esnasında geçen haftalarda görevlerinden alınan dönemin İstanbul Başsavcı vekili Fikret Seçen ve KCK soruşturmasını yürüten savcı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş'i 8 Şubat 2012’de ifadeye çağırması o tarihlerde birçok insan için şaşırtıcı bulunmuştu.
İstihbarat alanında Cemaatin etkisinin kırılması hamlesinden neredeyse bir buçuk ay sonra İstihbaratın tepesindeki isim Oslo görüşmeleri gerekçe gösterilerek tutuklanmak istenmişti. AKP’nin bugün yeni yasa düzenlemeleriyle cemaatin etkisini kırma uğraşı verdiği HSYK seçimlerinde ise cemaat AKP önderliğine büyük çalım atmıştı. Ve nihayetinde özel dershanelerin kapatılması konusunda hükümetin yaptığı çalışma, 11 yıldır işbirliği yapan koalisyonun dağılmasına ve büyük bir gürültüyle çatışmasına neden olacaktı.
Kuşkusuz adım adım cemaatin elinden onu inisiyatifli kılan mevzilerin alınmasının gürültü koparacağını R.Tayyip Erdoğan’da tahmin etmiştir. Ama belli ki bu çatışma kaçınılmaz bir noktaya gelmiş ve taraflar için geri dönülemez ana ulaşılmıştı. AKP’nin Ortadoğu’da sahip olduğu politika; başta Suriye, Mısır ve İran konularında ABD ile arasındaki anlaşmazlık, Irak merkezi hükümetiyle Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki ilişkilerde takındığı tutum, Taksim isyanı dolayısıyla uyguladığı şiddet dolu stratejinin bölgede çıkarları olan güçlerde yarattığı “endişe” ve artık “ılımlı İslam”ın Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için model olmaktan çıkması dolayısıyla Erdoğan’ın da örnek lider olmaktan uzaklaşması, bu koalisyonun bozulmasında çıkar ve ikbalin yanı sıra bir başka faktör olarak etkilide olabilir.
G. Kore’de 1950’li yıllarda kurulan Amerika ile “dostane” ilişkilere sahip ve milyonlarca doların üstünde oturan Moon tarikatı ile Gülen Cemaatinin hizmet hareketi arasında kurulan benzerlikler, insanın aklına elbette birçok soru düşürmektedir!
17 Aralık sonrası
11 yıldır birlikte davranan bu koalisyonun şimdi birbirleri hakkında sahip oldukları bilgileri ortalığa saçarak bir kavga yürütüyor olmaları ve ortalığa dökülen yolsuzluk ve rüşvet dosyaları karşısında Tayyip Erdoğan’ın “paralel devlet”le, “devletin içindeki çete”lerle durumu izah etmesine en iyi cevabı T24’de N. Mert’in yazısı veriyor:
“Eleştiriden, hesap verirlikten, şeffaflıktan, hukuktan kaçan bir iktidar bir kez daha, çareyi deli gömleği biçmekte buldu; son on bir yılda yaşanan ne kadar olumsuzluk var ise, paralel bir devletin, yani meşhur ‘Gülen cemaatinin’ işiymiş. Demokratik bir hukuk devleti vardı veya AKP iktidarı onu inşa etmek için büyük bir gayret içindeydi de, birileri içlerine sızıp bunu sabote etti?
"Devlet kurumları ilkeler üzerine işliyordu da, birileri sızıp, onların yerine ‘imamların’ talimatlarını uyguladı?
"Kim bu işlere ilkesel olarak karşı da, onlara rağmen diğerleri sızma harekatı ile gizli iş çeviriyor?
"Sahi çevirdikleri hangi gizli işlere karşısınız, kapılarınıza dayanılmasaydı?
"AKP iktidara geldikten sonra, eski statüko çökerken, eski askeri-sivil bürokratik yapı içinde gerilim ve kırılma yaşandı, eski ekip tasfiye oldu, ama onun yerini yeni bir ekip, yeni bir güç koalisyonu aldı. Ortada paralel devlet falan yok, çözülen bir ittifak var. Bozulan ittifakın içindeki kavga geldi, bir yandan bir tarafın diğerinin yumuşak karnını deşmesi, diğerinin ise karşı tarafı ‘kötülüklerin anası’ ilan etmesine vardı. Ne paralel devleti Allah aşkına? (…)
"AKP iktidarı ise eski ekibi tasfiye etti, ama yapıyı tasfiye etmek işine gelmedi. Onun için, Ergenekon Fırat’ın doğrusuna gitmedi, onun için Hırant’ın sadece ‘küçük’ katillerinden hesap soruldu. Ama durun! Şimdi yepyeni bir hikayemiz var; mevcut iktidar geçmişte cevapsız kalmış tüm soruları bizim adımıza cevaplıyor; ‘ne yaptıysa cemaat yaptı’ diyor, inanmamızı bekliyor. Mademki, Kürt meselesi demokratikleşmenin en temel konusu; bu kez veya bir kez daha, onu rehine alıyor; ‘Kürt meselesini çözecektim, küresel güçler ve onların yerli işbirlikçisi cemaat beni hedef aldı, desteklemeye devam edin, yoksa o çözüm de tehlikeye girer’ diyor.”
Erdoğan bir şey daha diyor, “bana darbe yaptılar” diyor. Onun demediğini de kimileri “soldan” söylüyor ve askerlerin darbe ihtimalinden bahsediyor. Elbette TSK bir NATO ordusudur ve dün olduğu gibi koşulları olgunlaştığında darbe yapabilir. Bu sürece ilişkin bir analizdir, ama bunu şimdi, şu anda hiçbir nesnel koşulu olmadan söylemek Tayyip Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlama gelmez.
R. Tayyip Erdoğan zor durumda
Bütün bu olup bitenler, iki aydan birkaç gün daha fazla bir süre sonra gerçekleşecek yerel seçimlere nasıl yansıyacak göreceğiz. Kirli çamaşırları ortalığa dökülen AKP kendi onay tabanına “küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçisi cemaatin komplosuyla” karşı karşıya olduğunu anlatmaya devam ediyor. Son tahlilde kim neye inanmak istiyorsa ona inanacak, inanacak ama unutmamak lazım ki, AKP sadece Milli görüş ve Cemaatten oluşan bir koalisyon değil. Bugün siyasette esamisi okunmayan ANAP, DYP seçmeni ve hatırı sayılır liberalinde desteğini AKP arkasına almıştı. Bu bloktan ilk kopan da liberaller oldular. Ne var ki AKP bugün hala ciddi bir kitle desteğine sahip görünüyor.
Bugün kamuoyu araştırmaları, 12 Haziran 2011 seçimlerinde yüzde 49 olan AKP oy oranını yüzde 39 ile yüzde 44 arasında gösteriyor. Elbette yapana göre değişen başka kamuoyu araştırmaları oranları görmekte mümkün. Biz daha önceki seçimlerde isabetli tahminler yapmış araştırma şirketlerinin ortalamasını almaya çalıştık. Yani bugün milletvekili seçimleri olsa AKP tek başına hükümet katına yükselecek gibi görünüyor. Ama seçimler 2015 Haziran’ında olacak, bu gerilim ve çatışma ile T. Erdoğan daha ne kadar yol yürüyebilir?
Hadi yürüdü diyelim, tek başına iktidarı alsa bile Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin başında kalması parti tüzüğü gereği de AKP içinde başlayacak hoşnutsuzluklar sonucu da zaten mümkün görünmüyor. Yaptığının Amok koşusu olduğunu kendisi de biliyor elbette. Dolayısıyla onun için en uygun görünen makam mevcut yetkisizliğiyle Cumhurbaşkanlığı köşküne oturmak olacaktır. Bütün AKP kurmaylarının da kulağına fısıldadıkları budur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine altı aylık bir zaman dilimi kaldı, bu göreve hazırlanmak ve AKP’yi rahatlatmak için yeterli bir süre. Tersi bir durum ise bilinmez bir yolculuğun kapısını aralayabilir.