Emekli Orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur ile Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün ve Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın, diğerleriyle birlikte “Ergenekon Operasyonu” kapsamında gözlem altına alınmaları, bundan böyle darbe girişimlerinin, askerin görev suistimalinin son bulduğu ve milletçe bir “demokratik esenlik” alemine vardığımız; bir gecede sessiz sedasız ve kansız bir devrimle “ancien regime”in (Fransız devrimin diliyle eski düzenin) bir daha geri gelmemek üzere çökertildiği anlamına mı geliyor?
Sorunun cevabını biliyorsunuz. Siz ya da bir yakınınız Bastille’i zaptedenler arasında olmadığınıza göre böyle bir hayale kapılmanız sadece akıl sağlığınızdan şüphe edilmesine neden olabilir.
Yanılsama?
Gene de Tolon ve Eruygur’un, askeri denetim altındaki kuruluşlardaki konut ve bürolarında gözlem altına alınarak/arama yapılarak polise teslim edilmesinin, emekli paşaları da askeri vesayet rejiminin bir bileşeni olarak göregelenler için bir yanılsama yaratmış olması mümkün.
Vesayetin devamından yana olanlar, örneğin CHP lideri Deniz Baykal için bu: “...Tıpkı Hitler’in 30 Haziran gecesi başlattığı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan iktidarını pekiştirdiği dönem gibi. Ya da "Büyük Temizlik" olarak adlandırılan Stalin’in 1937- 1938 yılları arasındaki uygulamaları gibi, bir şey...”
Vesayete karşı olanlara, örneğin Radikal yayın yönetmeni İsmet Berkan’a göreyse, “...darbeye teşebbüs artık soruşturulmama ve ceza almama garantisini içeren bir suç olmaktan çıktı dün itibarıyla. Yani, Ergenekon davasının sonucu ne olursa olsun, soruşturmanın kendisi bile Türkiye’nin demokratik standartlarını şimdiden yükseltti, bir sessiz devrim daha yaşadık...”
Soruşturmayla bağlantılı olarak daha çok AKP yanlısı gazetelere yansıyan, “7 Temmuz’da Kaos” yaratma ve darbeyi başlatma planlarının ele geçtiğine ilişkin haberlerin doğruluğundan emin olamayız. Ancak bu haberler bütünüyle doğru olsa bile, haberle hiçbir muvazzaf (görevi başında) askerin ilişkilendirilmemesi, “darbe” iddiasını inandırıcılıktan uzaklaştırıyor.
Maceracı bir ekip
Sonuçta, 2004’ten bu yana süresi dolduğu için ya da erken emekli edilerek adım adım Silahlı Kuvvetler komuta kademelerinin dışına sürülen bir ekibin “Ergenekon Operasyonu” kapsamında toparlanmasıyla karşı karşıyayız. Bunlar silahlı kuvvetler yüksek komuta kademesine dahil olmanın sağladığı kozmik avantajlardan ve sivil yargı alanının dışında kalmanın tanıdığı dokunulmazlıktan yoksun kaldıkları an siyasi rakiplerinin eline düşmüş bir maceracı -evet zamanında yüksek rütbeli olmuş ama maceracı- grubundan fazla birşey değil.
Bunların görevleri başında oldukları sürece, esas olarak 28 Şubat 1997 müdahalesinin başarıya ulaşmasının verdiği moral güçle neredeyse herkesin gözleri önünde, oluşturdukları kuraldışı ağlar, etki alanları, köstebek timleri, medya bağlantıları, kara para, kontrgerilla uzantılarıyla sivil işbirlikçilerine yönlendirdikleri uyuşturucu trafiği gelirleriyle ülke çapında bir maddi nüfuza sahip oldukları kimse için bir sır değildi.
Manevi nüfuzun başlıca kaldıracı da “Şeriat” ve “Bölücülük” tehlikesinin manipülasyonuyla üretildi. 28 Şubat 1997’den bu yana bütün meslek odaları ve sendikalara, esnaf derneklerine, sermaye örgütlerine, akla gelecek gelmeyecek bütün taban örgütlerine, politik partilere, yardım kuruluşlarına bu gerekçelerle müdahale edildi, bağlantı unsurları sokuldu, söylem ve dil birliği sağlandı. Üstelik bütün bunlara 12 Eylül’ün kılıç artığı eski solcular da ortak edildi: Onlar askere bir kere yenildikleri için artık toplumsal kurtuluşun kaynağının örgütlü halk değil Silahlı Kuvvetler olduğuna iman etmişler ya da buna iman ettikleri günleri yeniden hatırlamışlardı.
Bütün bu dönem boyunca Orgeneraller Hüseyin Kıvrıkoğlu, Tuncer Kılınç, Aytaç Yalman, Şener Eruygur, Hurşit Tolon ve diğerlerinin gündelik siyasete açık ve sert müdahaleleri, sadece politik liderleri değil, aydınları, sanatçıları hedef alan sözlü saldırıları, Kürt Sorunu, Kıbrıs Meselesi, Avrupa Birliği üyeliği konusunda kendileri gibi düşünmeyen herkesi “vatan haini” ilan eden beyanları, zaman zaman karargahtan sızan politik fişlemeler, savcı yetkileriyle donanmış olmasa da politik uyanıklık sahibi olan herkesin ortada “birşeyler döndüğünü” anlamasına yeter de artardı bile.
Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Özden Örnek’in sahiciliği kanıtlanmış günlükleri bu günlerin “içeriden” anlatımı açısından paha biçilmez bir politik arkeoloji numunesi sayılabilir. Bu günlüklerin de açıkça ortaya koyduğu gibi onların iradesine üstün gelen iki etken “tavında dövülmeyen demir”in kırılmasına yol açtı. Birincisi Silahlı Kuvvetler hiyerarşisi bir bütün olarak “darbe” fikrini benimsemiyordu, ikincisi uluslarası ortam (yani NATO’nun patron ülkeleri, AB ve ABD) açısından şartlar uygun değildi.
Eksantrik bir organizasyon
Sonunda darbenin suyu çıktı. Darbeciler, komuta hiyerarşisindeki yerlerini kaybettiler. Günlükler işportaya düştü, eski güç sahiplerinin yalpaladıklarını, güçten düştüklerini farkeden ordu içindeki her türden (liberal, dinci, Avrupacı, ABD’ci, hiyerarşici, “devlet içinde devlet olmaz”cı) karştıları, medyaya, savcılıklara, polise, yukarıya-aşağıya laf ve bilgi taşımaya başlayınca “Ergenekon” bombaları, günün birinde görevini yapmaktan kaçınamayacak ve darbecilere borçlu olmayan bir savcının eline geçiverdi, o günden beri aslında “dokunulabilir olanlar”a, sadece onlara, dokunulduğu bir “Ergenekon Operasyonu” sürecinden geçiyoruz.
“Ergenekon” bir merkezi devlet organizasyonu değil, eksantrik (merkezi kayık) bir organizasyon. Esas olarak devlet kudretini, iradesini, kolektif şuuru değil, bu kudreti kendi merkezi iradesi dışında harekete geçirme ve bir kaos sürecinde kontrolü devralma ihtirasını yansıtıyor.
Silahlı Kuvvetlerin bugünkü komuta kademesinin başında duran Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ve Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un bu süreçte kendilerini bu “darbe günlükleri”ne düşmekten sakınacak kadar ihtiyatlı hareket ettikleri ve maceracı bir girişimden çok kurumsal bir etki ile ilgilendikleri ve bir askeri diktatörlük peşinde koşmaktan çok “askeri vesayet”in kurumsal sürdürülebilirliğine yatırım yaptıkları anlaşılıyor. Bunun pratik sonucu Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’un askeri koruma altındaki konutlarından silahlı kuvvetler gözetini altında çıkarılıp polise teslim edilmeleri.
"Dolmabahçe Mutabakatı" yürüyor...
Bu tablo herhangi bir spekülasyona gerek bırakmıyor. “Dolmabahçe Mutabakatı” yürüyor. Bu mutabakat, Silahlı Kuvvetlerin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni sevdiği ve benimsediği anlamına gelmiyor : Sivil işlerin sivillere, güvenliğin askerlere bırakıldığı ve kimsenin ötekinin meşruiyetini sorgulamayacağı konusunda bir mutabakata vardığı anlamına geliyor sadece.
Bu bakış açısından emekli askerler sadece askerin işlerine burnunu sokan birer sivil olarak görünmeye mahkum. Onlara dokunulabilir. Ya güvenlik gerekçesiyle koca bir kasabayı ve ahalisini bombalayan “iyi çocuklar”, onları koruyan ve kollayan muvazzaf komutanlar. Onlar Bastille’de kalıyorlar... Bastille ile ilgilenmek ise -burada da Fransız Devrimi sözlüğünü benimseyecek olursak- her zaman baldırıçıplakların (“sans-culotte”) işi oldu... (EK/NZ)