Tarih:19 Şubat Çarşamba 2001. Çankaya Köşkü'nde Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapılmaktadır, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, toplantıda çok sert bir konuşma yapar: "Sayın Başbakan çamurun üzerinde oturuyorsunuz. Böyle devlet yönetimi olmaz. Yolsuzlukların üzerini örtmeyin... Anayasa'yı bilmiyorsunuz. Bilene de sormuyorsunuz. Sürekli Anayasa'ya aykırı kararnameler gönderiyorsunuz."
Konuşmasını bitiren Sezer, elindeki Anayasa kitapçığını koalisyonun en büyük ortağı DSP lideri Bülent Ecevit ve devlet bakanı Hüsamettin Özkan'ın bulunduğu yöne doğru fırlatır. Ecevit şaşırır; beklemediği bu çıkış karşısında MGK toplantısını terk eder.
Cumhuriyet tarihinin en ciddi ekonomik ve siyasi krizlerinden birisi olan Kara Çarşambaböyle başlar. Bu krizin faturası ağır olur: 15 günlük süre içinde 8 milyar dolar ülke dışına çıkar. Milli gelir 200 milyar dolardan 140-150 milyar dolara iner, kişi başına yıllık gelir 1083'er dolar azalır, halkın cebindeki paranın alım gücü üçte bire düşer, çoğu kalifiye 1,5 milyon kişi daha işsizler ordusuna katılır, ekonomi yüzde 8,5 oranında küçülür ve enflasyon yüzde 70'i aşar.
Elbette bu kriz, 2000’li yılların hemen başında dünya kapitalist sisteminin içine sürüklendiği ve TC’nin de bundan nasibini aldığı krizden ayrı değerlendirilemez. Türkiye’de de egemenlerin ideolojik hegemonyası kırılma noktasına gelmiş, geleneksel partileri toplumu devlete bağlayan iletişim kayışları olma özelliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi. Sol sosyalist hareket, bir bütün olarak toplumsal muhalefet örgütsüzdü ve bu krizin yarattığı imkânı değerlendirip alternatif yaratma, güç odağı olma becerisinden yoksundu.
AKP iktidara adımını atarken
Hâlbuki sermayenin yeni gelişen kanadı “Anadolu kaplanları” Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra kurulan Saadet Partisi’ne katılmayarak kopmuşlar, Milli Görüşü revize edip daha uysal ve benimsenebilir bir seçeneği ABD’nin önüne koyma uğraşına başlamışlardı bile. Sonuçta 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP, kendi içinde kurduğu İslamcı, Türkçü muhafazakâr bir koalisyonu tek başına hükümet katına yükseltmeyi başardı. Hem krizin yükünü “ustaca” emekçilerin sırtına yıktı, hem de ABD tarafından kendisine biçilen görevleri uzun süre layıkıyla yerine getirdi. İşte 11 yıllık Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP hükümetlerinin serüveni böyle başlamıştı.
2008 yılında ABD’de ipotek krizi olarak başlayan ve sonra tahvil krizi olarak süren ve “1929 Büyük Buhranı”na benzetilen kriz, dünya mali sistemini temellerinden sarsmıştı. Kriz hızla Avrupa’yı da etkisi altına aldı. Ne var ki, AKP hükümeti hem bir önceki krize karşı alınmış; çalışanların, emekçilerin aleyhine olan tedbirlerin takipçisi ve devamcısı oldu, hem de ABD ve körfez ülkelerinin dolaşımdaki dolarlarına rahatça ulaşabilen ülkeler arasında kalmayı başardı.
AKP 3 Kasım seçimlerinde yüzde 35 oy oranıyla tek başına hükümet kurmayı başarmıştı. Uzun süren koalisyon dönemlerinden sonra bu Türkiye için yeni bir durumdu.
2004 yılında yapılan yerel seçimlerinde yüzde 41, 2007 yılında ki genel seçimlerde ise yüzde 46,5 oy alarak birinci parti olma özelliğini sürdürdü. 2009 yılındaki yerel seçimlerde, ABD’de de başlayarak her yere yayılan ekonomik krizin etkisiyle oy oranı yüzde 39’a düşse de, AKP elinde olan metropol belediyeleri tekrar kazanmayı bildi ve birinci parti olma özelliğini korudu. Denilebilir ki, 2010 yılında yapılan Anayasa referandumunda aldığı yüzde 57’lik oy oranı ve arkasından 2011 yılında yapılan parlamento seçimlerindeki yüzde 50 oy, AKP’nin projeksiyonunu 2023’e kadar iktidarda kalmaya çevirdi. 2011genel seçimlerinde aldığı 21,5 milyon oy ve sahip olduğu 326 milletvekili, 1950 yılında yapılan seçimlerde Adnan Menderes önderliğindeki Demokrat Partinin ve 1965 yılındaki seçimlerde Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisinin aldığı yüzde 53’lük oy oranı başarılarına yakındı.
Kendisi de “iç koalisyon” olan AKP 11 yıllık iktidarına, bir partiler koalisyonu olan 57. hükümeti devirerek başlamıştı. Koalisyonu oluşturan partilerden DSP, MHP ve ANAP’tan geriye 3 Kasım 2002 seçimlerin de ciddi oy yitirmesine rağmen yüzde 10’luk barajı geçme becerisi gösteren MHP kalmıştı. AKP öncesi politikada ciddi aktör olan DSP, DYP, Saadet Partisi ve ANAP’tan artık söz edebilmek bile olanaklı değil. CHP ise 11 yıllık bu zaman diliminde atak yapabilme becerisi bir yana, oylarını yüzde 20-25 bandında muhafaza etmeye çalıştı. 2007 seçimlerinde yüzde 10 seçim barajı nedeniyle bağımsız blok adayı taktiğiyle 22 vekil, 2011 seçimlerinde ise aynı taktikle -6’sı hala cezaevinde- 36 milletvekili çıkaran BDP-Blok ise belki de en başarılı grafiği ortaya koydu.
Yeni kriz kapıda
AKP, dünya ölçeğindeki ekonomik bir kriz sonrası, ülkede başlayan rejim krizi ile birlikte sermayenin yeni palazlanan gücü olarak kendi içinde oluşturduğu koalisyonla iktidara gelmişti. Eski statükoya karşı çıkarken desteğini ve onay tabanını da liberallere kadar büyütmüştü. Ne var ki, Ortadoğu’da özellikle Suriye ile ilgili uyguladığı politikalar, cari açığın büyümesi, Türkiye’nin sıcak paraya eskisi kadar rahat ulaşamayacak olması, artan işsizlik, Kürt sorunun çözümündeki oyalama ve zaman kazanma taktiği, yaşam alanlarına ve biçimine müdahale, kendi statükocu anlayışını yerleştirme çabası, geçtiğimiz Haziran ayı boyunca milyonlarca insanın katıldığı halk isyanı ve direnişe uyguladığı şiddet ve baskıcı politikalar, yolsuzluk ve rüşvet, AKP’nin kendi koalisyonu içindeki iktidar kavgası ve çekişmelerle birleşince ciddi bir krize dönüştü.
Tesadüfe bakın ki, AKP’nin iktidar yürüyüşüne kapı aralayan 2001 krizi de Milli Güvenlik Kurulu’nda yolsuzluklarla ilgili bir tartışma ile başlamıştı şimdi yaşanılan krizde yolsuzluk ve rüşvetle alakalı başladı. Taksim isyanı başkanlık sistemi tartışmalarını bitirmiş, Erdoğan’ın aklından geçen bir başkanlık sistemi ile Cumhurbaşkanı olma hayalini tümüyle ortadan kaldırmıştı. Şimdi dört bakanla ilgili başlayan yolsuzluk ve rüşvet soruşturması, kabinede yapılan revizyonla aşılmaya çalışılıyor. Ama eski milli görüşçülerle cemaat arasındaki ilişkinin düzeltilebilmesi pek mümkün görünmediği gibi, sermaye bloğunun yeni hali içinde Erdoğan ve AKP artık eski değerde değil.
2014 yılında yapılacak 30 Mart yerel seçimleri sadece yerel seçim olmaktan çoktan çıktı. Ağustos ayında yapılması beklenen Cumhurbaşkanlığı seçimleri zamanında yapılabilecek mi, 2015 Haziran’ında yapılacak parlamento seçimleri öne alınacak mı, AKP bu seçim süreçlerini tek parça halinde götürebilecek mi, bütün bunlarla ilgili bu toz duman arasında kim öngörüde bulunabilir ki? Hatta önümüzdeki süreçlerden sonra gözünü 2023’e dikmiş ve buna dair hesaplar yapan AKP diye bir parti kalır mı geriye, kim bilebilir ki?